KAVRAM, YALIN FORM VE TUTKU (Necmi Sönmez, Sanatın Sorgulayıcı ve Dönüştürücü Gücü)
Necmi Sönmez
KAVRAM, YALIN FORM VE
TUTKU
Kemal Seyhan’ın 2000-2016
Dönemi Üzerine
“Türlü türlü yollardan gider insan. Kim ki bu
yolları izler ve karşılaşır, kuşların kanadında, yumurtaların kabuklarında,
bulutlarda ve karda, kristallerde ve kaya oluşumlarında, buz tutmuş sularda,
dağların içinde ve dışında, bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda, göğün
ışıklarında, aşınmış ve işlenmiş kömür ya da camda, mıknatısın etrafındaki
demir tozlarında ve tesadüflerin tuhaf bağlantısında, kısacası her yerde
gördüğümüz ve büyük bir şifreli yazıya ait gibi görünen olağanüstü figürler
oluşturduğunu görür. “[1]
Novalis, 1800
Sanatsal oluşum sürecini İstanbul ve Viyana
kentleri arasındaki sürekli gidiş gelişleriyle şekillendiren bir ressam olarak Kemal
Seyhan’ın çalışmalarının 2000’li yıllardan itibaren izlediği süreç, farklı
kültürel geleneklerden beslenerek kendine özgü bir gelişim çizgisi izlediği
için, birbiri içine geçmiş olan farklı eğilimleri barındırır. Zaman akışı
içinde sanatçının değişik yönelimlerine göre şekillen bu eğilimlerin, belli
diziler etrafında farklı deneylerle şekillenmesi, oldukça farklı görsel
sonuçların ortaya çıkmasına olanak verdiği gibi, sanatçının hızını kendisinin
belirlediği bir örgüyle kendi resmini, kendine özgü etkileşim kaynaklarından
yola çıkarak kurguladığı, “olgun bir anlatımı” geliştirmesini sağladı. Yönelim,
etkileşim ve yapılandırması farklı dizilerle kendi resim kozasını büyük bir
“şüphe” duygusuyla kurgulayan Kemal Seyhan, sonu hiçbir yere çıkmayan patika
yollarına sapmaktan kaçınmadığı gibi, nereye yöneleceğini bilemediği zamanlarda
da, “sabırla”, “temrinle” araştırmalarını sürdürerek çok farklı açılımlar
geliştirdi. Sonuçları farklı farklı değerlendirilebilecek olan araştırmalarında
sanatçı yalnızdı. Çabalarının sonuçlarını yalnız yürüdüğü yollardan edindiği kendisine
ait kırıntılar, detaylar ve tecrübeler üzerine kuran Kemal Seyhan, “saf soyut
resmin kendi geleneği” içinde kalmaya dikkat göstererek “çok katmanlı” bir
yapıt geliştirdi. Bu katmanları tanımlamayı, yorumlamayı ve tartışmayı hedefleyen
bu yazının kavramsal çerçevesi, hem sanatçı hakkındaki ilk kapsamlı yayının
omurgasını oluşturuyor, hem de onun on beş yıllık üretim sürecini büyüteç
altına alıyor.
I.1986-2000 Oluşum Süreci
“Die neue Kunst verlangt
zu ihrer Hervorbringung und Deutung das Zusammenwirken aller Energien des
Menschens; das Sein offenbart sich als Ganzheit in der Fülle seiner
Lebenskraft.”[2]
Lucio Fontana, Weißes
Manifest, 1946
Çocukluğunda Hitit yerleşkesi Kültepe’ye (Kanış) okul
gezileri yaptığını hatırlayan Kemal Seyhan, özellikle Hitit mimarisi ve duvar
yazılarının kendisini etkilediğini duyumsamaktadır.[3]
Orta eğitimini İstanbul’da tamamlayan Seyhan, 1978-1981 arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde
Sosyoloji eğitimi almasına rağmen, 1982’de kendi isteğiyle Viyana’ya yerleşti.
Burada önce Viyana Üniversitesi’nde Felsefe ve Sanat Tarihi eğitimine
başladıysa da, özel atölyelerde resim eğitimi alarak resim yapmaya başladı.[4]
1986’da Universität für angewandte Kunst’un[5]
giriş sınavının kazandıktan sonra bu önemli sanat akademisinde 1996’ya dek süren
kapsamlı bir eğitim aldı. On yıldan fazla bir süreye yayılan eğitim sürecinde
Seyhan’ın 1986-1990 arasında akademik figüratif araştırmalar yaptıktan sonra
1990’da soyut çalışmaya yöneldiği görülüyor. 1990 yılını Seyhan’ın çalışmalarında
bir dönüm noktası olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. Çünkü bu tarihten
sonra araştırmalarını sadece “soyut” tarzda sürdüren sanatçı, farklı teknikler
kullanmasına karşın hiçbir zaman rotasını değiştirmeyerek, tüm sanatsal
çabasını renk, strüktür, kurgu elemanlarıyla şekillenen “ saf soyut algı
dünyasının” gövdesine yerleştirdi.
1996’da Viyana’da Mariahilfer Strasse 101 adresinde
kendisine ait ilk atölyesinde çalışmaya başlayan Kemal Seyhan, burada daha
sonraki çalışmaları için de yön verici olan bir dizi deney üzerinde
yoğunlaşarak, resimlerinin yüzeyinde farklı “dokular” yaratmaya yöneldi.
Yaşamını sürdürebilmek için bu dönemde zorlu bir mücadele içinde olan sanatçı,
Viyana’daki Museum Moderner Kunst Stiftung Ludwig (MUMOK) müzesinde açılan sergilerde
de asistan olarak çalışıyordu.[6]
Müzede çalışması Seyhan’a hem koleksiyonda bulunan eserleri (Yves Klein, Piero
Manzoni, Barnett Newman, Mark Rothko, Franz Klein, Robert Rauschenberg, Ad
Reinhardt başta olmak üzere) daha yakın inceleme olanağını, hem de o dönemde
açılan güncel sergiler nedeniyle birçok sanatçının (Braco Dimitrijevic, Sol
LeWitt gibi) çalışmalarının gerçekleştirilmesine yardımcı olma fırsatını
tanıtı.
II. 2000-2004 Farklı
Yönelimler
“Dans le paysage, un beau fruit fait une bosse et un
trou”[7]
Paul Eluard, Benjamin Péret, 152 proverbes mis au
goût du jour, 1925
1999 ve 2000 yıllarını Kemal Seyhan’ın
çalışmalarının izlediği gelişim temposu açısından “anahtar dönem” olarak
değerlendirmek gerekir. Çünkü sanatçı iki yıl boyunca görsel tecrübeleri
kendindenleştirme yolunda ilerlerken, resimlerinin yüzeyini farklı dokular
oluşturarak, bazen tek renkli (monochrome) bazen de çok renkli kompozisyonlar
gerçekleştirmişti. Bu dönem resimlerinin yüzeyini “all over” olarak
tanımlayabileceğimiz bir yaklaşımla oluşturan Seyhan, renkleri boyaların
“tabaka” olacak şekilde üst üste gelmesiyle kurguladığı bir maddeselleşme
sürecine tabi tutar. Renk bu sayede, her türlü anlatımcılıktan, perspektiften,
duygusallıktan kurtularak, kendi değerlerini ortaya çıkarır. Daha sonraları
Kemal Seyhan’ın daha farklı deneylere sokacağı, “renk ve yüzey” ilişkisi,
2000-2004 yılları arasındaki çalışmalarda, heterojen bir şekilde ele
alınmıştır. İster soğuk, isterse sıcak renkleri kullansın Seyhan tonlarla,
onların ince ayarlarının yarattığı algı farklılıklarıyla ilgilendi.
Farklı yapılardaki dokuların resim yüzeyini
yeniden tanımlayan özelliğini 2000-2004 arasındaki araştırmalarının odağına
yerleştiren Kemal Seyhan, “doku üretmenin”, hem her türlü rastlantısallığı
ortadan kaldıracağının, hem de
“kavramsallaşmanın” önünü açacağının farkındaydı. Bu
döneminde sanatçının başlıca şu teknikleri kullanarak farklı dokuları
ürettiğini görüyoruz:
Farklı kalınlıktaki fırçalarla doku;
Spatül ile doku;
İsle oluşan doku;
Tahta baskı ile doku;
Muhtelif rularla doku;
Çelik uçla doku;
Sürtme (frottage) ile doku;
Tellerle doku;
Sıva altı ağlarıyla doku;
Zımpara ile oluşan doku;
Terebentinle boyanın geri alınmasıyla oluşan doku;
Alüminyumun ve kurşun plakaların kazınmasıyla
oluşan doku.
Dört yıl boyunca adeta “doku ansiklopedisi”
oluşturacak kadar kapsamlı deneylere giren Kemal Seyhan’ın bu dönem
çalışmalarında ön plana çıkan diğer eğilim de, resimlerinin sergilendikleri mekânla
görsel bir ilişkiye girmesidir. Tuval resminin dekoratif özelliklerinden
sıyrılarak mekân içinde kendisine özgü bir karakter edinmesi için sanatçı
birçok deneye girmiştir. Bu deneyler sanatçının özel siparişle üretmiş olduğu
çalışmalarında, hem o zamana dek kullanamadığı kadar pahalı olan malzemelerle
işler üretmesine, hem de doku araştırmalarını farklı bir boyuta taşımasına
yardımcı oldu.
III. 2004-2010: RUMELİ HAN
“Garip bir ülkedir
İstanbul. Kimdir burada yaşanlar, kimler yaşamış da artık yok, kimler
yaşayacak, izin vermez bilinmesine bunların. Gelenler kendi istekleriyle gelir
gerçi, ama hep bilir ki İstanbul, bunlar da gidici, bunların yerine de
başkaları gelecek. Her gelenin giderken geride bıraktıklarını kendi keyfince
harmanlar İstanbul, bir bölümünü öğütür yok eder, çok daha önemli bölümünü
korur ama kendi istediğince yeniden şekillendirir; her gün, her yıl, her çağ
yeni bir bütün oluşturur. İstanbulluğunu korur, ama yeni bir ülkedir her gün.”[8]
Roni Margulies, 2011
Kemal Seyhan yirmi iki yıl
düzenli olarak yaşadığı Viyana’dan ayrılarak 2004 başında İstanbul’a geldi.
Önce, Sıraselviler Caddesi üzerindeki Selvi Han’da ardında İstiklal Caddesi
üzerindeki tarihi Rumeli Han’da uzun süre kullanacağı bir atölye açan Seyhan,
bu kararıyla sanat yaşamında yeni bir döneme geçmiş oluyordu. Viyana’da kendisi
için son derece verimli geçen süreç, Seyhan’ın resimlerinde “kendini bulma”
olarak tanımlayabileceğimiz görsel sonuçların oluşmasını sağlamıştı. İstanbul’da
sanatçının bu görsellik üzerine daha da yoğunlaşarak farklı deneylere girmesi,
özellikle “doku yaratma” konusunda kendisini gösterdi. Bu bağlamda ele alınması
gereken ilk özellik, Seyhan’ın kurşun plakalarla çalışarak, heykel ile obje,
resimle rölyef arasında konumlandırılabilecek işler gerçekleştirmesidir.
Rumeli Han’daki
atölyesinin tamiratı sırasında sanatçı tesadüf eseri çoğu yüzyıllık olan eski
kurşun plakalarıyla karşılaşmıştı.[9]
Uzun parçalar halindeki plakaların üzerindeki dokuyla yakından ilgilenen
Seyhan, bunları saklamak amacıyla katlamaya başladığında karşılaştığı
formlardan etkilenerek bu malzeme üzerine çalışmaya başladı. Çelik uçlu
kalemlerle kurşun plakalarının üzerindeki izleri derinleştirmeye, farklı
çizgilerle geliştirmeye yönelmesi sanatçıyı o zamana dek kıyısından bile
geçmediği deneylerle sürüklediği gibi, çalışmalarına farklı anlam katmaları da
kazandırdı. Çünkü maddesel özelliklerinden ötürü üzerindeki her çizgiyi, en
ufak darbeyi bile yansıtan kurşun, Seyhan’ın doku üzerine olan daha önceki
araştırmalarına eklemlendiği gibi, “belleği olan” bir malzemeydi. Bellek
tanımlaması, kurşunun ham madde olarak her türlü müdahalenin izini bir daha
silinmesi mümkün olmayacak bir tarzda üzerinde taşımasına gönderme yapmaktadır.
Seyhan tesadüf eseri eline geçen bu malzemeyi o kadar sevdi ki daha sonra
Rumeli Hanından Karaköy Hırdavatçılar Çarşısına kadar olan yürüyüşlerinde
farklı uzunlukta ve kalınlıktaki yeni döküm kurşun plakalar alarak ısrarla
bunlarla çalışmaya başladı.
Seyhan Viyana’da dokular
üzerine yoğunlaşırken, yaşanmış, bir şekilde hayatın izlerini üzerinde taşıyan
bir doku arayışındaydı. Kurşun plakalar bu bağlamda, sanatçı tarafından her
katlandıklarında, üzerine çalışıldığında, doğrudan doğruya “yaşanan anlara”
eklenerek oradan da daha fazla nesnel, anlatımcı ve şiirsel biçimlere doğru
gelişen bir karaktere sahiptir. Sanatçının bir dizi mantığında ürettiği
kurşunlu çalışmalarını “yaşayan doku” olarak tanımlarsak, onların üç boyutlu
karakteriyle adeta 2003 yılına ait resimlere eklemlendikleri de ortaya çıkar.
Burada unutulmaması gereken, Kemal Seyhan’ın kurşunla çalışmaya başladıktan
sonra, bu malzemenin en yaygın olarak kullanıldığı alan olan kubbe
kaplamalarıyla ilgilenerek İstanbul’da mimari yapıları incelemeye başlamasıdır.
Klasik Bizans mimarisi yapılarının (Küçük Ayasofya, Kariye, Ayasofya başta
olmak üzere) yanı sıra Mimar Sinan’ın eserleriyle de yakından ilgilenmeye
başlayan sanatçı, Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii ile uzun süreli diyaloga da
2004 sonunda girmişti. Mimari formları daha iyi kavrayabilmek için fotoğraf
çekmeye de başlayan Seyhan, öte yandan Viyana’da 2003 yılında başladığı büyük
boyutlu tahta baskılarına devam eder. Ham grafit malzemesiyle giriştiği farklı
deneylerler birlikte düşünüldüğünde sanatçının, doku-renk-strüktür olarak
yorumlanabilecek bir kavramsal üçgene ilerlediğini görülür. Bu bağlamda kurşun
malzemesiyle olan çalışmaların tamamının[10]
yol gösterici, kılavuz karakterleri, Seyhan’ın 2005-2010 arasındaki üretiminin
tamamına damgasını vurmuştur.
2005-2010 dönemini
kapsayan sürede sanatçı adeta gemilerini ikinci kere yakmıştı. Yaşam ve üretim
kolaylığı açısından Viyana’daki konfordan uzaklaşarak İstanbul’a yeniden
yerleşmeye çalışması ona belli bir özgürlük, devinim getirmişti. Bu itici güç,
resimlerinin “all over tekniğiyle” şekillenmesinde önemli bir rol oynamış,
fırçasının üzerindeki tüm ağırlıkları atmasına yardımcı olmuştu. Kemal Seyhan
çalışmalarında öteden beri “tamamlanmamışlık hissiden” beslenen, bitmeye yakın
ama sonuçlandırılmamışlık üzerine kurulu bir his dünyası oluşturmayı
hedefliyordu. Almanca tabiriyle “bildnerische Denken”[11]
bitmiş tamamlanmış bir sanatsal edim üzerine kuruludur. Kemal Seyhan ise
kendisinin “zeichnerische Denken” olarak tanımladığı, son sözü söylememiş bir
yaratı çabasıyla görsel araştırmanın sonsuzluğuna gönderme yapan bir tavır
geliştirme yolunu tercih etmiştir.
IV. 2010-2016: RESMİN DIŞ DÜNYANIN SOĞUKLUĞUNA KENDİ BEDEN
ISISIYLA YANIT VERMESİ
“KİM olursan ol: akşam dışarı çık
İçerde her şeyi bildiğin odandan;
en son durur senin evin uzağa açık:
ol kim olursan.
Tükenmiş eşikten pek kurtulamayan
yorgun gözlerinle,
kaldırıyorsun kara bir ağacı yavaştan
ve koyuyorsun göğün önüne: ince, tek.
Ve dünyayı yaptın. Ve o büyük
ve susup olgunlaşan bir söz gibidir.
Ve anlamını kavrasın istencin hele bir,
Salıver gözlerin onu sevecen…”[12]
Rainer Maria Rilke, 1902
2010 Kemal Seyhan’ın
birbirinden farklı dokularının kendi özgürlüklerini ilan ettikleri bir yıldır.
Renklerin dekoratif karakterlerini doku araştırmalarındaki keskinlikle kıran
sanatçı, özellikle büyük boyutlu çalışmalarında kullandığı farklı karaktere
sahip olan grafit malzemeleriyle, soyut anlatım diline ihanet etmeden bir
gövdesellik oluşturdu. Bu gövdeselliğin kaynağı, Seyhan’ın dokularına yakından
bakıldığında ortaya çıkan biçimlerdir. Biçimlerin dünyasına adım atan
izleyicilerin orada her biçimin, şeklin ne olduğunu bir çırpıda çözmesi,
dokuların tıpkı bir ormanın içinde yürürken karşılaşılan tanıdık formları (işte
ağaçlar, işte kurumuş yaprak öbekleri, işte kaynağı belli olmayan su
birikintileri, işte aniden çıkan ışıklar, gölgeler) andıran özellikleridir. Çok
zorlu bir uğraş sonucunda çalışmalarındaki soyut dokuları farklı anlamların
odağına yerleştiren sanatçının bu sayede kurguladığı görsellik, 2013 yılında
Sanayi Mahallesindeki atölyesine geçtikten sonra daha dingin ve özgüvenli bir
karaktere bürünmüştür. Bunun nedenlerini sorguladığımızda, Seyhan’ın dönemsel
bir dönüm noktasına varmış olduğunu görürüz. Viyana’daki atölyesini kapatmadan
2004’te İstanbul’a yerleşen sanatçı, 2013 yılına dek kentin merkezindeki
atölyelerinde (Sıraselviler, İstiklal Caddesi, Osmanbey) çalışmıştı. 2013’te
etrafında sadece otomobil tamircilerinin, yedek parça dükkânlarının olduğu bir
mahallede atölyesini kuran sanatçı, bir şekilde kendi etrafındaki kalabalıktan
da geri çekilmiş oluyordu. Bu sayede doku ve renk araştırmalarına değişik perspektiflerden
bakan Seyhan, bir sentez çalışmasına girmeden, çoğu büyük boyutlu
kompozisyonlar üretti. Siyahın bin bir tonun ön plana çıktığı bu resimler, imge
üretme yöntemlerinin sınırlarını, yine anlatımcılığa kaymadan imge içinde
gösterme zorluluğunun yazgısını, saf soyutun dışına çıkmadan, soyutlamanın
içindeki “gövdeselliği” ortaya çıkarmaya çalışıyorlar.
Soyut imge, betimleyici
imgenin tersine, kendisini tanımlanamaz olana doğru çekmeye çalışır. Bu çabanın
tuval resmi geleneğinde kendini belirgin kıldığı alan, sanatçının kendi
çabasıyla kurgulayabileceği bir gövdeselliktir. Kemal Seyhan’ın 2013-2016
dönemindeki çalışmaları çok farklı ve zengin doku araştırmalarıyla güçlenmiş
resimsel gövdeleri karşımıza çıkarır. Gri, siyah renklerinin egemen olduğu bu
çalışmalarda, resimlerin adeta dış dünyanın soğukluğuna karşı kendi beden
ısılarını geliştirdikleri gözlemlenir. Soyut bir tuval resminin beden ısısından
bahsetmek, kolayca kavranması mümkün olmayan bir tanımlama uğraşının ürünü olsa
da, sonuçta bir yorumdur. Kemal Seyhan’ın son dönem çalışmalarında böyle bir
yorumun tetikleyicisi, sanatçının geliştirmiş olduğu “dokularında” beden
ısısını duyumsatan bir yoğunlaşmanın duyumsanmasıdır. Beden ısısının
yükselmesinin, vücudun kendi sınırlarına yakınlaştığının işareti olarak, metaforik
bir açılımı olduğu gerçeğinden hareket ettiğimizde, Kemal Seyhan’ın bu sayede
“olgunluk dönemi” olarak tanımlayabileceğimiz bir sürece girdiğini gözlemliyoruz.
Sanatçının çalışmalarında duyumsanan “sıcak beden ısısı”, bir sonraki sürecin
ne kadar heyecan verici olacağının da ipucu olarak değerlendirmek gerekir.
Necmi Sönmez
Aralık 2015- Temmuz 2016,
Düsseldorf
[1] Novalis, Sais Çırakları,
Almancadan çeviren Mehmet Barış Albayrak, Notos Kitap, İstanbul 2015, S. 15
[2] Lucio Fontana, Weißes Manifest, 1946 (Deutsch von Dr. Fritz Rau), Katalog
Lucio Fontana, Kerstner-Gesellschaft
Hannover, 1968, S. 47.
[3] Sanatçıyla
8.12.2014 tarihinde Viyana’da yapılan görüşmeden.
[4] Sanatçıyla
27.2.2015 tarihinde İstanbul’da yapılan görüşmeden.
[5] Viyana’nın
merkezindeki görkemli binasıyla birlikte “die Angewandte” olarak tanınan bu akademi, Avrupa’nın en saygın
sanat okullarından biri olarak değerlendirilier: http://www.dieangewandte.at/
[6] Sanatçıyla
6.12.2014 tarihinde Viyana’da yapılan görüşmeden.
[7] Paul Eluard, Benjamin
Péret, 152 proverbes mis au goût du jour, Le Terrain Vague, Lille 1972, S. 25.
(Edition originale: La Révolution Surréalisme Paris 1925).
[8] Roni Margulies, Ya Seyahat, Notos Kitap, İstanbul 2011, S. 55
[9] Sanatçıyla 5.1.2016 tarihinde yapılan telefon görüşmesinden.
[10] Bu dizi mantığıyla üretilmiş olan bu çalışmaların sayısı
iki düzineyi geçmez. Sanatçı tarafından henüz sergilenmemiş olmaları, onların
deneysel karakterlerine gönderme yapar.
[11] “Das Bildnerische Denken”, Paul Klee’nin 1921-31 yılları
arasında Bauhaus’taki derslerinde geliştirmiş olduğu form oluşturma teorisinin
(Formlehre) kavramsallaşmasıdır. Klee’nin teorik düşünceleri yaratma çabasının
estetik boyutunu ortaya çıkarır. 3900 sayfalık el yazısıyla tutulmuş olan
notların tamamı Bern’deki Paul Klee Zentrum’da korunmaktadır. Jürg Spiller
tarafından 1956’da bu metinler ilk kez “Das bildnerische Denken” başlığıyla yayınlanmıştı.
Jürg Spieller, Das bildnerische Denken Schriften zur Form- und
Gestaltungslehre, Schwabe Verlag, Basel 2013 (6. Baskı).
[12] Rainer Maria
Rilke, İmgeler Kitabı, Almancadan çeviren Yüksel Pazarkaya, Cem Yayınları,
İstanbul 2009, S. 13.
Yorumlar
Yorum Gönder