GEÇMİŞE YOLCULUK (Nazan İpşiroğlu; geçmişe Yolculuk, Haldun Taner)

 

HALDUN TANER

1930’lu yılların başındayız. Şişli’de İtalyan lisesinde bir hocanın dört katlıbahçeli apartmanının ikinci katında oturuyoruz.Apartmanda başka çocuklar da var. Bahçede oynayabiliyoruz. Annem Seniha Bedri, babam Bedri Nedim, ablam Ulya ve ben Nazan. Annemle babam konak hayatından geliyorlar. Büyük anneler, teyzeler, halalar, hizmetçilerin giremediği, anahtarları büyük hanımın belinde asılı kilerler, harem, selamlık... Annemle babam 1920’de evlenmişler, gelin ya da içgüvey gibi durumlardan kaçınmışlar hemen ayrı eve çıkmışlar. Çocukların da gelmeleriyle bir çekirdek aile oluşmuş. Biz okula gitmiyoruz. Okul çağına geldiğimizde annem bizimle çalışıyor. Daha önce Almanca ve piyano öğrenimi başlıyor. Babamın hepimizin kafasına sokmak istediği temel ilke çalışma...Bugün geriye baktığımda bunda çok başarılı olduğunu görüyorum. Çalışma hepimizin yaşamında hep ön plandaydı. Annem zaten çok okurdu. O yıllarda ikinci dil olarak öğrendiği Almancadan çeviri yapmaya başladı. Böylece annem Almancadan çeviri yapan ilkler arasına girdi. Çevirileri Darülbedayi’de (Şehir Tiyatrosu) sahneleniyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizde Almanca modası başlamıştı. Politik açıdan da Almanya ile aramız iyiydi. Onlar Türkiye’nin bu açılımından memnuniyet duyuyorlardı. O kadar ki Goethe’nin ölümünün yüzüncü yılında şehir tiyatrosunda annemin Goethe’den bir çevirisi sahnelendiği için anneme ve Ertuğrul Muhsin’e Goethe madalyası verilmişti.

Biz böyle bir çalışma ortamında yetiştik. Ablamla aramızda üç yaş fark vardı. Hem çok iyi arkadaştık, hem de çok kavga ederdik. O ilk torun olmanın getirdiği tüm ayrıcalıklardan yararlanırdı. Bense çoğu kez bunun altında ezilirdim. O her şeyi bilir, çok akıllıdır, bir sözü iki edilmez, bana gelince küçük, şirin, komik... Bize ailede herkesin bakışı böyleydi. Gerçekten Ulya çok becerikliydi. Küçük yaşta pasta yapar, dikiş diker, örgü örerdi. Benim böyle becerilerim yoktu. Onun her zaman önde olmasını, bana yol göstermesini doğal olarak benimsemiştim, ama buyurganlığına dayanamazdım. İşte o zaman kavga başlardı. Okula gitmemiş olmamızın kişiliğimizdeki olumlu/olumsuz etkileri hakkında bir şey söylemek olanaksız. Gitmedik ne oldu, biliyorum, ama gitseydik ne olurdu bunu kestirmek zor. Lise sınavlarına dışardan girdik ve üniversiteye başladık. Mesleklerimizi babam önceden saptamıştı. Ulya mimar olacak, çünkü küçük yaşlarda oynadığımız tahta yapı taşlarıyla “harika” evler yapıyor. Bana gelince ne olacağım belli değil. Yaşım ilerleyip piyanoda Ulya’yı geçince bana da piyanistlik yakıştırıldı. Bu yönlendirme iyi sonuç vermedi. Ulya Güzel Sanatlar Akademi’sinin mimari bölümünü bitirince babama bir ev yaptı ve bir daha mimarlığın sözünü etmedi. Zürih’te üniversitede mimari tarihi üzerine olağanüstü iyi bir doktora yaptı ve İslam mimarisi üzerine yayınlar yapmaya başladı. Ben piyanist olamayacağımı anlayınca büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Çok şansım varmış ki o yıllarda evleneceğim adama rastladım ve evlendim. Böylece annemle babamın gözünde Ulya’dan yine geri kalmış oldum.Benim evlenmeme ses çıkartmamalarına karşın, hoşlanmadıklarını biliyorum. Ne çare? Ben bildiğimi okudum ve çok mutlu bir evliliğim oldu.

Her ne hal ise biz iki kardeş de sanata açık bir ortamda yetiştik. Babamla müzik, annemle edebiyat ve tiyatro dünyası bize açıldı. Küçük yaşta her oyuna, her konsere götürülürdük. Evimize çok misafir gelirdi. Zamanın ünlü kişileriyle tanışma olanağını buluyorduk. Bunun da gelişmemize büyük katkısı oldu.



İlk karşılaşmalarımdan biri:

 Haldun Taner

Haldun Taner’in ailesiyle hem benim hem eşimin ailesi tanışırlarmış. Haldun’un annesi Seza Hanım ailenin tek oğlunun tanıdığı bir kızla evleneceğini duyduğunda çok sevinmiş diye anlatırdı görümcem. Haldun’la tanışmam bir fotoğrafla başladı. Annemin albümünde, başında sünnet takkesi yatakta yatan güler yüzlü bir oğlanın resmi vardı.

 “Kim bu çocuk?”

  “Haldun”.

Sonra Seza Hanımı anlattılar. Seza Hanım Haldun beş yaşındayken eşini kaybetmiş. Annemle babam her zaman ondan büyük bir saygıyla, övgüyle söz ederlerdi. Oğlunun iyi yetişmesi için ne kadar güçlüklere katlandığını, ne denli özverili olduğunu anlatırlardı.

Bir gün Seza Hanım bize geliyor. Yanında bir hanım ve iki oğlan. Hanıma Saraylı Hanım deniyor. Seza Hanımın babasının ikinci eşiymiş. Seza Hanım eşini kaybettikten sonra babasıyla oturuyormuş. Oğlanlardan biri Haldun, öteki Mithat. Mithat Saraylı Hanımın oğlu, yani Seza Hanımın üvey kardeşi. Oğlanlar aynı yaşta görünüyorlar. İki canavar. İtiş kakış. Gürültü patırtı. Evin altı üstüne geliyor. İki katlı dört odalı bir evde oturuyoruz. Yukarda iki, aşağıda iki oda. Yukarda yatak odası ve salon. Aşağıda yemek odası ve biz çocukların oynadığı, yabancı olmayan misafirlerin alındığı bir oda. İki uslu kızı olan annemin kafası şişiyor, kapı misafirlerin arkasından kapandığında ancak soluk alabiliyor. Ne ki, rahat soluk almak artık anneme nasip olmayacak. Çünkü uslu kızlardan biri oğlanlardan tırabzandan kaymayı öğrenmiş. En büyük eğlencesi bu. Sabahtan akşama türlü biçimlerde kayma. Ulya ikide bir beni anneme şikâyet ediyor. Annem oradan uzaklaşır uzaklaşmaz ben yine tırabzanın üstünde.

Tekrar karşılaştığımızda Haldun Taner, gün geçtikçe öyküleriyle ünlenen bir yazar, ben de genç bir kadın. Eşimle birlikte onun öykülerini büyük keyifle okuyoruz. Uzun süre uzak düşmemizin nedenleri onun Almanya’ya öğrenim için gitmesi, hastalanıp öğrenimini tamamlayamadan geri dönmesi, tedavi süreci, yeniden öğrenim, bizim de ara ara uzun sürelerle yurt dışına gitmemiz. Onun bütün bunları yaşadığı sırada annesinin onu hiç yalnız bırakmadığını da eklemeliyim. Şimdi Edebiyat Fakültesinde, Sanat Tarihinde eşimin yanında asistan. Bir süre sonra ayrılıp Viyana’da MaxReinhardt Tiyatro akademisinde öğrenim görmeye gidecek. Arada eşimin öğrencilerinden Leyla Pamir’le evlenmiş. Bize vedaya geliyorlar. Leyla bıcır bıcır, konuşkan, sarışın güzel bir kadın. Piyano çalıyor. Piyanist olmayı aklına koymuş. Viyana’da dönemin ünlü piyanistlerinden Badura-Skoda’dan ders alacak. İki yıl sonra İstanbul’a dönüyorlar. Haldun Taner Edebiyat Fakültesinde tiyatro tarihi dersleri veriyor. Eşimle birlikteFakültede tiyatronun bölümü kurulması için uğraşıyorlar. Olmuyor. Nedenini anımsamıyorum. Ama büyük olasılıkla engel o dönemdeki politik durum. Bu ilke imza atmak ileriki yıllarda kızım Zehra İpşiroğlu’na nasip olacak, Eleştiri ve Dramaturgi Bölümü’nü kuracak.

Dostluğumuz onun ölümüne kadar sürdü. Arada o Leyla’dan ayrılmıştı. Demet’le arkadaştı, evlenmek istiyorlardı. Leyla Seza Hanıma o kadar çektirmiş ki, Haldun annesine saygıdan yeniden evlenmek istediğini bir türlü söyleyemiyor. Bir gün bu konuyu hep birlikte konuşmak için bizi evine çağırdı. Çok güzel ve çok komik bir gün geçirdik. Güzel, çünkü ikimiz de Seza Hanımı uzun zamandır görmemiştik. O bizi çocukluğumuzda tanıdığı için hep o günleri hatırlıyordu. O sırada “Keşanlı Ali” büyük beğeni toplamış, başka ülkelerde de sahneleniyor. Haldun bize temsillerde çekilen kasetleri dinletiyor. Komik, çünkü o arada odadan çıkıp konuyu açmamız için bizi yalnız bırakıyor. Seza Hanımla üçümüz kalınca söz Haldun’un yeniden evlenmesine geliyor, ama bir türlü Demet’tin sözü edilemiyor. Mazhar benden bekliyor, ben ondan. Sonra Haldun yine odaya giriyor, Seza Hanımın kaygılı yüzüne bakarak terbiyeli çocuk tavrıyla “anneciğim sorun nedir, ne konuşuyorsunuz?” diye soruyor. Sonuçta başarısızlığımızdan dolayı Haldun’a karşı mahcup izin isteyip kalkıyoruz.

Demet sevilmeyecek bir gelin değildi. Kişiliği Leyla’dan çok farklıydı. Az konuşan sessiz, sakin biriydi.  Seza Hanımın Haldun’un sandığından daha çabuk ikna olduğunu sanıyorum.

Haldun başarı üstüne başarıya imza atıyor. Tiyatro tarihimizde iki ilki gerçekleştiriyor. Keşanlı Ali ile epik tiyatroya ilk örneği veriyor veKabare tiyatrosunu kuruyor. Olağanüstü bir gözlemciydi Haldun. Birey ve toplum ilişkisinden yola çıkarak,  bireyin toplumun değişik katmanlarındaki yaşam ve davranış biçimleriniele alıyor, bunu yine olağanüstü mizah yetisiyle sarmalayıp izleyicilerine, okurlarına sunuyordu. Bireyin zaafları... Toplumdaki yolsuzluklar... Eski yeni yaşam biçimi arasında sıkışıp kalanlar... Sonradan görme zenginler... Bunları okurken gülmemek elde değildi, ama ardında yatan gerçekler üzerinde düşünmemek de elde değildi.

Eşimin ölümünden sonra onun için çok güzel bir yazı yazmıştı. Artık çok görüşemiyorduk. Son görüşmem bir telefon konuşmasıydı. DSP yeni kurulmuştu. Rahşan Ecevit bir gün bana telefon ediyor, Haldun Taner’i tanıyıp tanımadığımı soruyor. Amacı onu Partiye kazanmak... Benden aracı olmamı rica ediyor. Haldun’u arayıp durumu anlatıyorum. Çok olumlu karşılıyor. Ecevitlere büyük saygısı var. Elinden gelen desteği vereceğini, ama kendi çalışmaları nedeniyle üyeliğinin söz konusu olamayacağını söylüyor. Rahşan Hanıma bilgi verdikten sonra ben aradan çekiliyorum. Haldun Taner’in izniyle telefonunu da Rahşan Hanıma veriyorum. Sonrasını bilmiyorum. Kısa bir süre sonra onu kaybettik.

 (Nazan İpşiroğlu; Karşılaşmalar ve Düşündürdükleri Kitabından)


Yorumlar

  1. Zehracım, şimdi okuyabildim bu bölümü. Güzel bir seçim. Benim de Haldun Hoca ile minicik bir anım var. Bir ara yazarım.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

13.7.1923 BUGÜN ANNEMİN DOĞUM GÜNÜ

YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN (Zehra İpşiroğlu)

KAYAKÖY ŞİİRİ (Gülsüm Cengiz, Esintiler)