GÖK GÖZÜME DOLACAK (Seza Aksoy, Geçmişe Yolculuk)
Seza Kutlar Aksoy'la beraber ÇYDD ve Fethiye Sanat ve Kültür Günleri çerçevesinde birlikte çalıştık. Onun ŞİŞKO PATATES kitabıyla katıldığı beş çocuk kitabını Sevim Ak, Mavisel Yenel, Nazan İpşiroğlu ve Zehra İpşiroğlu'nun kitaplarıyla birlikte yayınladık. Özgeçmişini anlattığı bu yazı Nazan İpşiroğlu ve Şeyda Ozil'le birlikte ÇYDD bünyesinde yayına hazırladığımız GENÇLER İÇİN OKUMA kitabından alındı. GEÇMİŞE YOLCULUK bölümünde bu değerli yazıyı paylaşıyorum.
GÖK GÖZÜME DOLACAK
Tanınmış çocuk ve gençlik yazarı Seza Kutlar Aksoy bu
öyküsünde kendi yaşamını doğuşundan, bebekliğinden, bugüne değin geçen süreci
öyküleştiriyor. Kendisini bir öykü kahramanı yapıyor. Böylece yazar bir gözlemci
olarak, Seza’nın bir taşra kentinde nasıl doğduğuna, yetiştiğine, kendi
olanaklarını ve yeteneklerini keşfettiğine adım adım tanık oluyor. Çocuk Seza
düş gücü çok zengin olan bir kız, yetişkin Seza ise bir gün bu yeteneğinden
yararlanarak yazar olmaya karar verdiğinde, kendini adım adım bu yolda
yetiştirmeye çalışıyor.
Çevresini
gözlemleyerek, doğal olandaki gizemi keşfederek, yaşamı farklı bir açıdan
alımlayarak ve elbette bol bol okuyarak.
Belki sizlerin
içinde de pek çoğunuz okumak, yazmak, düşünmek ve hayal kurmaktan da
hoşlanıyorsunuz. Belki bir çoğunuz bunu doğal bir yeti olarak yaşamına katacak,
ama belki içinizden bir iki kişide tıpkı Seza gibi bundan yararlanarak bunu
uğraş edinmeyi düşünecek.
Seza
Kutlar AKSOY
Çok zor. Gerçekten oldukça zor bir süreç. Yine de denemeliyim. Şimdiye dek onlarca kez yapmadım mı? Kız, erkek çocuk kahramanlarımı yaratmadım mı?Onların içine girip ben olmadım mı? Hem doğan hem doğuran değil miydim?
Bu kez işim farklı. Bir kız çocuğu dünyaya geliyor ve ben bir köşede bir yazar olarak o çocuğun doğumunu izliyorum. İşin zorluğu şurada. Doğacak olan çocuk benim. Onun büyüdüğünü izleyecek, öyküleyecek olan da ben. Sonunda halka birleşecek. İzlediğim bebek ben olacağım. Öykü kahramanlarımdan biri olmak hem tuhaf hem de ilginç geliyor bana. Kendimi şöyle avutuyorum. Yazdığın kitaplardaki kahramanlarda bir parça da sen yok muydun? Bu doğru. Bakalım başarabilecek miyim?
Soğuk bir kış sabahı. Kadınlar alt odada koşturuyorlar.
‘Ebe gecikti.
Nerde kaldı Meliha ebe? Bebek geliyor. Hadi Asiye gayret. Hatice Hanım sen
tecrübelisin. Yardım et.’
‘Doğmaz.
Zorlamayın.’ Diyorum oturduğum köşeden.
‘Hadi sen de!
Nedenmiş o? Sen de kimsin?’
‘Yazarım ben.
Ben her şeyi bilirim. Hiçbir bebek doğmak istemez. Ana karnında güvendeler.
Sudan çıkmış balığa dönecek, kolay mı?’
‘Ağzını hayra
aç hanım. Ahkam keseceğine de koş ebeyi getir.’
Yerimden kıpırdamıyorum. Olanları, olacakları izlemeye devam ediyorum. Bebek doğuyor. Kadınlar sevinçli çığlıklar atıyorlar.
‘Ay! Topaç gibi bir kız bu. Ayaklarından havaya kaldırın.
Poposuna vurun.’
‘İngaaa…’
‘Neyse ki Ali
Bey kızları sever. Sesi de pek gürmüş maşallah!’
‘Bağırmasın da
ne yapsın?’ diyorum. ‘Ilık suyundan çıkardınız onu. Soluk almak
zorunda. Yoksa ölür. Dünyaya uyum sağlamaya çalışıyor. Aslında size kızıyor.
Çok büyük yeryüzü diyor. Küçültün. Suyla doldurun. İstediğim gibi güvenle
dolanayım, yüzeyim. İşi çok zor. Gizlerle dolu bir evrene çırılçıplak
bıraktınız onu. Korkuyor. Ne yapsın zavallıcık!’
‘Yine başladı
hanım. Şu yazar mı neyse. Üfff! Hadi anam. Yıkayın, kundaklayın bebeği.
Anasının kucağına verin. Doyursun.’
‘İngaaa…!’
‘Ağla canın
ağla! Bak uyum sağlamaya başladın bile. Doğa kuralının değişmeyeceğini ne çabuk
öğrendin. Bütün bebekler gibi sen de çok akıllı, çok yeteneklisin. Nereden
besleneceğini bile hemen buldun.’
Kadınlar bu kez hiç yanıt vermiyorlar. Koşuşturan tombul, hamarat gövdelerin mırıltıları, bilezik şıkırtılarına karışıyor. Ben de açılıp kapanan kapılardan süzülen taze havayı soluyup, gözlerimi yüksek tavana dikiyorum. İstanbullu ressamın yaptığı o güzelim işlemelere, sarmaşık desenlerine… Lacivert, buz mavisi, bej ve yeşilin türlü tonları dört mevsimi odaya dolduruyor. Dışardaki yüksek duvarlı avlu, zarif sütun başlıklı, pembe mermerli verandalar, coğrafi ve sosyal koşulların imbiğinden süzülmüş binlerce yıllık mimari gelenekleri yansıtıyor. Hamamın yolunu bezeyen mozaik gibi, burada çeşitli kültürler uyum içinde. Sade, yalın ama çok da renkli. Tıpkı mutfaktan gelen baharatların kokuları gibi. Küçük kızın besleneceği ne çok şey var.
Sofralar kuruluyor. Kadınlar, beslemeler koşturuyor. Çok konuk sever insanlar. Sofraya beni de çağırıyorlar. Eltiler, yengeler, amcalar, teyzeler, dayılar, çocuklar…
Burası bebeğin anneannesinin evi. Bitişikte de kendi evleri var. Kocaman bir aile bunlar. Yan yana iki üç katlı evlerde oturuyorlar. Benim küçük kızı izlememe, sorup soruşturmalarıma iyice alıştılar. Zaten işleri çok. Turşular basılacak, sucuklar yapılacak, patlıcanlar, biberler kurutulacak. Bu arada pikniğe, sinemaya gidilecek, kına geceleri düzenlenecek. Kolay mı? Bunları hep birlikte yapıyor, pek de güzel eğleniyorlar. En çok eğlenen de çocuklar. Geceleri, o sonsuz çocuk bahçelerindeki gül ve leylak kokularına gizlenip, saklambaç oynuyorlar. Asma tepelerinden bir avuç koruk koparmak için yarışıyorlar.
Anneanne her konukla tazelenen kahvesinden bir yudum içip, ‘Çocuk okutmak kolay mı!’ diyor. ‘Azla yetineceksin. Gerekirse bostanı, tarlanı da satacaksın.’ Konuklar kafa sallayıp, onaylıyorlar. Bu saygın kadına imrendikleri belli. Büyük oğul şimdi hâkim. Küçüğü hukukta okuyor. Ailenin pek çok erkeği eğitimli. Savaşın acılarını, yokluğu yaşamış bir kentin çocukları. Düşmana karşı yiğitçe direnmiş, şehitler vermiş, gazi unvanı almış bu güzel kentin insanları. Cumhuriyetin değerini çok iyi biliyorlar. Küçük kızın babası hakimlikten yeni ayrılmış. Şimdi babadan kalma çiftliğinde modern tarım denemeleri yapıyor. Annesinin şapkalı resimleri albümleri süslüyor. Bu yüzden olmalı bana iyi davranıyorlar.
Zaman ne çabuk
geçiyor. Bizimki emeklemeye bile başlamış. ‘Ay, ay! Alın elinden biber
tohumunu. Ağzı yanacak!’
Bacaksız o bit kadar tohumu nasıl da gördü. Büyük bir keyifle inceleyip, ağzına götürmek üzere. Yoksa başka türlü nasıl tanısın nesneleri. Elinden alınınca bağırıp, geri geri emekliyor. Sonra kara, üzüm gözleri ışıyor. Tombul bacaklarını istediği yöne döndürüp, annesine ulaşıyor. Az şey değil doğrusu. Yaşamı elliyor, kendini yönetiyor. Acı biberi tatlı yapamaz, ama elinden alınınca ağlar. Sonra da kendini güvene alabilir. Bunları sadece düşünüyorum. Söylemiyorum. Doğrusu ya, yeryüzündeki tüm çocukların olağanüstü olduğunu düşünüyorum. Yaşamın katı gerçeklerini ne çabuk kavrıyorlar. Doğayı değiştiremeyince, kendilerini dönüştürüyorlar. İşte dil denen mucize. İletişim kurmanın yolu. Gerekli sözcükler beyin kıvrımlarındaki çekmecelere depolanıyor. Yeri geldikçe çıkarılıyor. Evcilik oyunları, düş kurmalar, daha neler neler! İşte üç dört yaşlarına gelmiş bizim bücür. Bahçeye serilmiş, sırt üstü yatıyor. Gözlerini iyice açmış. Göğe bakıyor.
‘Ne yapıyorsun canım? Çok mu sevdin bulutları?’
‘Ben bulutları
çok seviyorum; ama onun için bakmıyorum.’
‘Ne için
bakıyorsun?’
‘Gözlerim mavi
olsun diye bakıyorum.’
‘Boşuna bakma.
Olmaz.’
‘Olur.
Gözlerimi iyice açarsam, çok bakarsam olur işte! Gök gözüme dolar.’
Uzun süre öyle gözlerini ayırıp, baktı, baktı. Sonunda kalkıp, telaşla aynaya baktı. Alt dudağını sarkıtıp, ayağını sürüye sürüye yanımdan geçip gitti. Demek tam olarak öğrenememiş. Doğayı değiştiremeyeceğini öğrenememiş daha. Tanrı bilir, bu kız uçabileceğini sanıyordur.
Bu arada küçük kız babasını kaybediyor. Sabahları, baba onu daha çok sevsin diye, beşte kalkıp, yatağına koştuğu sevgili baba şimdi yok. Anne karnından çıkardıkları yetmiyormuş gibi, o da yok oldu. Baba erken kalkanı çok severdi. Küçük kız kucağına oturunca ona az şekerli kahvesinden bir yudum verirdi. Büyüyünce bu kız kesin kahve tiryakisi olacak. Erkenden uyanacak. İçinde çın, çın bir çınlama. Sanki babanın kucağına koşacakmış gibi sevinçle doğrulacak. Kendine bir kahve yapacak. Erken kalkan yol alır. Yol bitince bir de yorgunluk kahvesi içilir. Bilirim ben. Yine de bilmediğim ne çok şey var.
İşte yine bahçeye serilmiş, göğü gözlüyor bizimki. Acaba bu kez ne için?
‘Ormanın içinde bir evim var. Hani şu nenemin anlattığı
masaldaki gibi. Sadece benim olan bir ev. Babamla annem bana konuk oluyorlar.
Ben onlara yemek, kahve pişiriyorum.’
‘Ama sen
küçüksün. Bunları yapamazsın. Yalnız da yaşayamazsın.’
‘Kocamanım
ben. Yaparım. Hem yalnız değilim ki! Çocuklarım var, geyikler var.’
‘Ay, geyikler de nerden çıktı şimdi. Bu çocuk gerçekten bir tuhaf. Hani deve dese, at, öküz, koyun, tavuk dese anlarım. Develikleri evin yanı başında. Çiftliklerinde de ötekileri gördü. Duvar halısında gördüğü geyik motifini gerçekmiş gibi anlatıyor.
Ey, uyum tanrısı! Ne kadar da güçlüsün! Yaratıcılığın, düş kurmanın bu kadarına da pes doğrusu.! Değiştiremediği doğa kurallarını ters yüz edip uyum sağlıyor. Anneyi üzmeden hem yas tutuyor, hem de mutlu olmanın yollarını arıyor.
Anne geçim derdinde. En büyüğü on beş yaşında bir kız olan beş çocuğu yetiştirme kaygısında. Babanın vasiyeti var. Kızlar da okuyacak. İki oğlan, üç kız. Dile kolay! Bizim küçük kız için yeni duruma uyum sağlamak belki de çok zor değil. Cıvıl cıvıl bir ev. Komşudaki kuzenler de cabası.
Bir bahar ikindisi kucak dolusu leylakla koşarken gördüm onu. Nenesi komşuya götürmesini istemiş. Komşuları bir memur ailesi. ‘Bahçeleri yok. Canları leylak çekebilir,’demiş nenesi.
‘Biliyor musun, nenemin altından eşek kaçmış,’ dedi gülerek.
‘Nasıl yani! Ne zaman?’
‘Çok eskiden.
Hani savaş olmuş ya o zaman. Kurtuluş savaşı. Besni’ye gidiyorlarmış. Nenem çok
uzun boylu. Uyumuş nenem. Ayakları yere değince eşek altından kaçmış. Yaaa…’
Birlikte gülüyoruz. Başka bir gün de kucağında kocaman bir kediyle gördüm. Alt dudağı yine sarkmıştı. Ne olduğunu sordum.
‘Yosma’nın çocuğu öldü. Onu gömeceğiz,’ dedi.
‘Yosma kim?’
Yanağı kara benli kediyle birlikte, kınar gibi gözlerini dikip, bana öylece baktılar. Sorduğum için utandım. Sessizce leylak ağacının dibindeki cenaze törenini izledim. Anne kedi Yosma, baba Pamuk, bizimki, birkaç da çocuk yan yana dizildiler. Her şey gerektiği gibiydi. Ciddiydi. Sonra yaz geldi. Şenlik başladı. Çoluk çocuk köye gidildi. Şalvarını, eşarbını kuşanıp, köy meydanına dalıyor bizimki. Eşeğe, kaşına kaşına düvene biniyor. Kibrit kutusunu kalıp yapıp, kerpiçten evler diziyor. Köylü teyzeler gibi gözüne duman kaçarak ocak kuruyor. Oyuncak kaplarda ayranlı aş pişiriyor. Köy düğünlerinde allı pullu fistanlarla halay sekiyor. Sonra okul yılları başlıyor.
‘Küçüğüm, ne okuyorsun?’
‘Şiir
antolojisi. Bak! Okuyayım mı?’
Nazım’dan, Yahya Kemal’den, Karacaoğlan’dan şiirler ezberlemiş. Bizimkine şiir okumak yetmiyor. Şiir de yazıyor. Yazıp, yazıp, herkesin önünde selam verip okuyor. Sanırım Onat, Erhün abilerine öykünüyor; çünkü onlar da yazıyorlar. Bu evdeki çocuklar, dersleri aksatmadan durmadan öykü, roman okuyorlar. Eğer heyecanla okuyorlarsa belli ki ders kitabının içinde gizlenmiş roman okunuyor. O evin küçüğü. Açıktan okuyor. Üniversiteye, büyük kentlere giden abilerinin, ablasının yolunu dört gözle bekliyor. Onat abisi Varlık Çocuk Klasiklerini getiriyor. Andersen Masalları, Alis, Heidi, David Copperfield okunmaktan yıpranıyor. Kitaplar düşlerin yerini aldı.
Bir de masal uydurmalara başladı ki evlere şenlik. O uydurmaya başlayınca büyükler oflayıp, pufluyorlar. Onu dinleyen, anlattıkça gülen, dünya güzeli bir kuzen var. Bizimki güzel ablasını güldürmek için coştukça coşuyor. Bu arada sürekli meslek değiştiriyor. Bir gün şair oluyor, ertesi gün yazar. Şimdi de ‘Balerin olacağım,’ diye tutturmuş. Ömründe bale, ya da balerin görse canım yanmaz. Dedim ya, bu kız bir tuhaf. Bakalım daha neler uyduracak.
‘Vadideki Zambak mı okuyorsun kızım? Onat abin, bu kitap
ağır, demedi mi! Anlamazsın demedi mi!’
‘Anlarım. Ben
çok kitap okudum.’
‘Hadi bakalım!
Kolay gelsin!’
Üç dakika geçmeden kitabı bırakıp, Neşe bebekle oynamaya başlıyor.
‘Ne oldu? Anlamadın değil mi! Her tümcesi bir sayfa
nerdeyse. Balzac zordur.’
‘Ondan değil.
Bebeğimin canı sıkıldı da…Bu bebeği babam bana İstanbul’dan getirmişti biliyor
musun? Abilerim ‘İstanbul çok güzel,’ diyorlar. Neden burada tramvay yok? Acaba
deniz neye benzer?’
‘Hadi, hadi!
Anlamadın kitabı; ama aldırma. Üzülme; denizi de göreceksin, İstanbul’u da’
‘Sen nereden
biliyorsun?’
‘Yazarım ben.
Bilirim.’
‘Acaba ben de
yazar olabilir miyim?’
‘Söylemem. Sen
kendin yaşayıp, öğreneceksin.’
‘Söylesen ne
olur sanki? Ben kitapları çok seviyorum. Yazar olmak istiyorum.’
‘Olmaz.
Söyleyemem. Sanat zor bir süreç. İyice yoğrulman gerek. Önce kendini
tanıyacaksın, sonra yaşamı. Yaratabilmek için kendini dönüştürmen gerek.
Gerekirse kahramanın uğruna kendini eritebilmelisin. Yaşam gibi, uçsuz bucaksız
bir denizdir sanat. Bir su damlacığı olabilirsen ne mutlu sana. Tıpkı doğada
senin tuttuğun yer gibi. Bir nokta gibi.’
‘Abilerimin
konuştuğu gibi konuşuyorsun. Hiçbir şey anlamıyorum.’
‘Sen şimdi evcilik oyna, arkadaşlarınla oyna. Düş kur, kitap oku. Bunlar iyi şeyler. Bir gün anlayacaksın.’
Kız orta okulunun
ikinci sınıfında anladı mı, yoksa anlamış gibi mi yaptı. Onu bilemiyorum. Bildiğim
şu: O yaz denizi gördü bizimki. Abisi ve ablasıyla İskenderun’a gitti. Denize
çarpıldı. Uçsuz bucaksız Akdeniz, günbatımı, renkler… Üstelik ders yılı
başlayınca sosyal bilgiler öğretmeni denizi sormaz mı? Sınıfın çalışkanı bizim
küçük kız, hemen kalkıp, gördüğü denizi anlatmaya koyuldu. O olağanüstü günbatımını,
kızıl, lacivert renkleri…
‘Tamam,
tamam!’ dedi öğretmen. ‘Gemi gördün mü, gemi? Nasıldı anlatsana?’
‘Gördüm. Uzaktaydı. Küçücüktü ama deniz…Deniz çok büyük. Ah! Denizdeki o renkler…’
Zavallı sosyal bilgiler öğretmeni, dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlama peşinde. Hani önce dumanı görünür, sonra bacası. En sonunda da gemi çıkar ya küçücük. Yaklaştıkça büyür, büyür…Kızın ağzından bunları almak ne mümkün. Bir deniz diyor, bir de renkler. Dünyadan haberi yok. Sonunda öğretmen kendisi anlatmak zorunda kaldı. ‘Dünya yuvarlaktır.’ Dedi. Küçük kız acaba anladı mı? Pek sanmam. Şöyle düşünüyor:
‘Öğretmenin denizi başka. Benim denizim başka. Bana ne dünyadan. Deniz hiçöyle kuru kuruya anlatılır mı? Benim denizimin içinde bütün renkler var. Bu öğretmen benim denizimi görmedi ki!’’Bana ne dünyadan!’ dediğine bakmayın. Aslında kurallara saygılı, ama farklı biçimde. Oyun olarak algılıyor tüm kuralları. Örneğin. Türkçe dersinde, dilbilgisinde öğretmenin gözdesi. Bir sözcükle dünya kadar tümce üretebilir. Bir de güzel bir kadın ki bu Türkçe öğretmeni! Türkçe öğretmeni olmaya karar veriyor.
Yazla birlikte ağabeyleri İstanbul’un havasını Antep’e taşıyorlar. Onat ağabeyi, arkadaşlarıyla birlikte, burada bir oyun sahneleyecekmiş. Amatör olarak elbet. İçi içine sığmıyor. Acaba annesi onun da oynamasına izin verir mi? Ya vermezse? Onat ağabeysinin armağanı kilitli anı defterine bir şeyler yazıp duruyor. Anna Frank’ın Hatıra Defteri bir yanda, kendininki öte yanda. Belki de gestapodan kaçıp, çatı katında anılarını yazan Anna gibi düşlüyordur kendini.Kim bilebilir? Saygılıyım. Bakmıyorum.
Daha sonra, o taşra kentinden İstanbul’a göç ettiklerinde ikilem içinde kaldığını biliyorum yalnızca. Altmışlı yılların başında, yeni yetmeliğe, yeni koca kente, arkadaşlara uyma çabası sırasında.
Evde annenin ‘erdemli kız’ nutuklarını dinliyor. Okulda 5B’nin fırlama kızlarını şaşkınlıkla izliyor. Kulaklarında, Onat’ın sürekli çaldığı Bach ve Mozart’la okula gidip, ‘Oh Little Lucy’ diye tepiniyor. Kimileri ‘Yeni anayasa bu ülkeye bol gelir,’ diye bağırıyor. Oysa üniversitelerde, öğretmenlerle, öğrenciler uygar bir biçimde tartışıyor. Kantinlerde yeni kitaplar tartışılıyor. Bir özgürlük ortamı bu. O da Onat’ın peşine takılıp, tiyatrolara, konserlere koşuyor. Gençlik gibi ülke de kıpır kıpır. Dünya değişiyor, ülke değişiyor. Onun dünyası da elbet. Dalgalar bazen boyu aşıyor, bazen durgun, bulanık. Dibinde ne olduğu belirsiz. Bu arada zaman geçiyor. Bizimki üniversiteye başlıyor, sonra okulu bırakıp evleniyor. Çalışmaya başlıyor. Bakalım hali ne olacak? Gözüne gök dolacak mı? Kendi renkli denizine ne zaman dalacak? Denizde boğulacak mı, yoksa aradığını bulup, rengarenk, ışıltılı mı çıkacak? Bir istiridye avcısı gibi incileri ararken kendini mi bulacak? Doğrusu merak ediyorum.
Sonra bir gün o ışıltıyı gördüm yüzünde. Görkemli bir aydınlıktı. Oğlu Yunus doğmuştu.
‘İyi
görünüyorsun. Mutlusun galiba!’
‘Mutluyum;
çünkü büyüyoruz.’
‘Anlamadım.
Büyüyen bebek değil mi?’
‘Hayır.
Birlikte büyüyoruz. Şu kitaplara bak!’
‘Bunlar ne? Oooo…K. Mansfield, V.Wolf, E.Morente, Faulkner, Çehov, B.Karasu, Firuzan, N.Meriç…’
‘Bilinçli bir
okur olmaya karar verdim. Sabahları erkenden kalkıyorum.Bir kahve içip, okumaya
başlıyorum. Oğlan uyuyunca yine okuyorum. Notlar alıyorum. Sonra okuduklarımı
düşünüyorum. Kitaplar okurla birlikte yazılıyor. Aynı kitabı değişik şekillerde
okuyabiliyorsun. Her okuyuşta farklı bir yönünü keşfediyorsun. İşte o zaman
dünyalar benim oluyor. Değiştiğimi hissediyorum. Geçen gün Fuantes’in Deri
Değiştirme’sini okudum. Heyecanla bir arkadaşıma anlatıyordum. Yoldaydık. Az
daha çukura düşecektim. Arkadaşım halime çok güldü.
‘Yazıyor
musun?’
‘Birkaç
denemem var ama yetersiz. Ne öğrendim, biliyor musun? İnsan geleceğini kendi
kuruyor. Herkes bir şey için gelir yeryüzüne. Benim ki ne? Henüz bilmiyorum.
Bildiğim toz almak, konuk ağırlamak için gelmediğim. Yanlış anlama. Bunları da
seviyorum, ama başka bir şey daha var. Sonunda onu bulacağım. Şimdilik okuyorum.
Oğlumla birlikte her gün yeni bir öğreniyoruz. Şu gülüşüne bak! Gözleri nasıl
da pırıldıyor!..’
Onunki de pırıldıyor. İlk adımlarını zümrüt yeşili çayırlar üstünde atan bebeğinin coşkusunu yaşıyor. Güneşe doymuş otların, minik çıplak ayakları gıdıklarken aldığı keyfi hissediyor. Zühre’nin doğumuyla, pırıltılar, gülüşler artıyor. Ev şenleniyor. Oyunlar oynanıyor, kahkahalar atılıyor, hatalar yapılıyor. Hata yapmadan çocuklar büyür mü? Az hata yapmak için çocuk psikolojisi kitapları, çocuk kitapları üst üste yığılıyor. Çocuklara okuyor, çocuklarını okuyor. Yunus ve Zühre’de, çocuk denen mucizeyi birebir gözlüyor. Kendilerini oluşturmalarına hayran oluyor. Yazıyor. Ev halkı işe, okula gidince yazıyor. Akşam üstleri çorba tıkırdarken notlar alıyor. Büyükler için yazdığı birkaç öyküyü Onat beğenmiş, çok yüreklendirmiş. Başını sallıyor.
‘Ben çocuklar
için yazıyorum,’ diyor. ‘İçimde bir çocuk var. O çocuk serüvenler
yaşamak istiyor. Düş kurar gibi, öyküyü baştan aşağı yaşıyorum. Bazen kendimi
çocuk sesiyle konuşurken yakalıyorum. Sonunda ne istediğimi buldum.’
Geyikleri, renkli denizleri kağıtlara dolduruyor. Bulduğu her şeyi boyuyor. Porselen tabakları, kağıtları, yaşamı, kendini. O olağanüstü doğanın değişmediğini anlamış. Boyuna kendini dönüştürüyor. Doğanın ürünü olan insanı, insanın yarattığı güzellikleri şaşkınlıkla, zevkle izliyor, kaydediyor.
Sadece uzaktaki ufka, ulaşacağı yere bakmıyor. Bu iyi. Kırda yürürken, yüzerken gördüğü her şeye bakıyor, keyfini çıkarıyor, yaşıyor. İnsan olmanın ilk koşulu bu. İşte otlar arasından başını çıkarmış bir çiçek.
‘Günaydın
papatya! Günaydın balık! Günaydın sinema, tiyatro, bulutlar, günaydın kuş.
Günaydın çocuklar.’
Bir gün çok heyecanlı gördüm. Dolanıp duruyordu.
‘Neyin var?’
‘Bir yarışmaya
öyküler yollamıştım. Mansiyon almışım. Gazetede adım yanlış çıkmış. Törene
gidemedim. Sonra Cumhuriyet gazetesi, tören sonrası doğrusunu yazıp basmış.
Öyle öğrendim kazandığımı. Sevindim ama keyfini çıkaramadım. Ben şimdi yazar
mıyım?’
‘Bir romanın
basıldı. Bildiğim kadarıyla kitabı çıkana yazar diyorlar.’
Ödül kazanmak başka. İnsana daha çok sorumluluk yüklüyor. Çocuk yazını çok sorumluluk istiyor. Acaba arkasını getirebilecek miyim? Bir sonraki daha iyi olmalı. Çok çalışmalıyım. Benim çocuklar yaman birer kitap eleştirmeni oldular, biliyor musun! Onlara okumadan asla kitap bastırmayı düşünemem.
Başka bir
yarışmanın büyük ödülünü kazandığında keyfini çıkardı. Gördüm. Tüyap’ta, Onat
ona ödülünü verip, konuşma yaparken görmeliydiniz.
‘Seza ile
kardeş olduğumuzu burada öğrendiler. Ödülü benim vermemi istediler. Benim
için çok büyük bir keyif ve onur bu ödülü ona vermek.’
Sanırım böyle bir konuşmaydı. Onun algıladıkları ve düşündükleri ise biliyorum, şunlardı:
Bu ödülün en anlamlı ve güzel yanı, en az jürisi kadar, saygın bir yazardan, Onat Kutlar’dan ödül almaktı. Onat Kutlar gibi öyküleri, dizeleri, tüm yapıtları yeryüzünü ışıtan bir yazardan ödül almak. Onun kız kardeşi olma onur ve gururunu taşımak. Bu güzel yazarı her zaman kendine örnek almak.
Halka birleşiyor. Seza ve ben bütünleşiyoruz. Gök masmavi, denizler rengarenk. Yaşam gibi düşler de sınırsız. Umut dolu ve çok güzel. Çocuklar için düşler, oyunlar, gerçekler gerek. Düş kurup, sözcüklerle oynayıp, doğum sancıları çeker gibi tümceler doğuruyoruz. On kitap, on çocuk demek. Sevgili Onat Ağabeyimiz ölümsüz olduğunda gök kapkara oluyor. Sonra umarsız göğü yine maviye boyuyoruz. Çocuklar düş kurabilsin diye. Göğü gözlerine doldurabilsinler diye; çünkü çocuklar en güzeli, en doğruyu, en iyiyi hakkediyorlar. Okunmayı da haketmek gerek. Yolumuza, öğrenmeye devam ediyoruz.
‘Günaydın
çocukluğumuz! Selam okuduğumuz, okuyacağımız kitaplar! Işıklı pencerelerimiz,
beslendiğimiz toprak, geleceğimiz, çocuklarımız, torunlarımız, dünyanın tüm
çocukları günaydın! Ayşegül, Coline Dünya, Tomurcuk, Cansu, Fatima, Hans
günaydın! Acaba geleceğimizi içinizden hangisi değiştirecek?’
Dünyaya gelirken şaşkındık; ama çok eğlenceliymiş, gördük. Hayat yaşanmayı hakkediyor. Hani yolun sonunda güzel bir ses, bir tını, küçük bir iz bırakmak da hoş olurdu doğrusu!
Kimbilir belki bir gün, bir çocuk, bizim bir kitabımızı sever de yazar olmaya karar verirse diye…Zaten yazmadan nasıl durulur ki!
Bir söyleşi sonrası. Küçük bir okur bize en büyük armağanı veriyor. Ve şöyle diyor:
Kitabınızı çok sevdim. Sizi öpebilir miyim? Acaba ben de
sizin gibi yazar olabilir miyim?’
İşte bunun için yazılır. Şu kocaman dünyaya çırılçıplak doğulur. Böyle soru soran çocuklar da ilerde yazar olur, okunur.
Salonda onlarca çocuk. Salon ışıl ışıl, renkli bir deniz. Kız bir su damlası gibi minicik. Gülümsüyoruz, onu öpüyoruz.
‘Elbette olabilirsin,’ diyoruz. Aynı yollardan geçtik. Bilmez miyiz!
Mayıs. 2003. İstanbul
Yorumlar
Yorum Gönder