ATEŞ KUŞU (Berin Uyar, 2.Bölüm Esintiler)


 

 


„ATEŞ KUŞU“                                                                           

Bir konserden döndüm az önce. İki saati aşkın bir süre dinlediğim müzik beni, son günlerin gerginliğinden öyle bir kopardı ve öylesine gevşetti ki, uyku gözlerimden akıyor ama yazmadan uyuyamayacağım. Katakomben Tiyatrosu’na, aslında Köln’den gelen arkadaşlarımı görmek üzere gittim. Hemen kaçarım diyordum, kapıya en yakın yere oturdum ama koltuğa yapıştım kaldım... Gözlerimi kapayarak müziğe teslim oldum, masallar dünyasında uçtum da uçtum. Konseri anlatacak değilim. Sadece inanılmaz yaratıcı iki eli ve üzerinde dolaştıkları enstrümanda görünmez olan o parmakları anlatmalıyım. Ukraynalı bir genç piyanist ve kompozitör Marina Baranova ve Türkiye kökenli bir bendir virtüözü Murat Coşkun. Piyano ile bendirin; farklı kültürlerin; dün ile bugünün; iki güzel insanın mucizevi buluşması, belki de insanı insandan alan raksı. Caz, rock, otantik müzik, Feidmann, Yunus Emre, Asya, Avrupa  içiçe. Yetenek, yaratıcılık, emek ve doğaçlama...

Şimdi albümlerini dinliyorum. Gecenin derin sessizliğini bozan bir cankurtaran geçmese kapımın önünden, Ateş Kuşu‘nun canhıraş çığlığını duyacak hatta bahçemde uçarken kanadından kopan bir tek tüyü elimi uzatsam tutabileceğim. Böyle bir his var içimde. Bu tüyü kim yakalarsa ona şans getirirmiş. Öyle söyledi Marina Baranova. Kimbilir belki de...
Ben bu Ateş Kuşu’nu ananemin masallarından bilirim. Ama bizim kuşumuzun adı, Kaf Dağı’nda yaşayan Zümrüdüanka idi. Hani sırtına binen prensi dipsiz kuyulardan yeryüzüne çıkarmak için bir şart koşan Zümrüdüanka. “Gak deyince et, guk deyince su vereceksin bana” der prense. Yukarıda gökyüzü bir nokta ışık gibi göründüğünde prensin elindeki et biter. Anka “gak” deyince prens, bacağından bir parça et koparıp verir Anka’ya. Ama Anka iyi yürekli bir kuştur. Anlar durumu, eti yutmaz. Yeryüzüne çıktıklarında, ağzındaki et parçasını fedakar prensin bacağına yapıştırır tekrar. Ve ihtiyacı olduğunda onu tekrar çağırabilmesi için prense 3 beyaz tüy verir. Prens, tüyü yakınca Anka gelecektir onun yardımına.



Hemen hemen tüm kültürlerde yer alır bu mitolojik kuş. Batı dünyasındaki ismi „PHEONİX“ (Feniks), İran’da SİMURG, Anadolu masallarında Kaf Dağı’nda yaşayan ZÜMRÜDÜANKA . Hindistan’da GARUDA, Türk mitolojisinde adı TUĞRUL veya KERKES’dir. Bazı kaynaklarda bu kuştan SİRENG, HUMA KUŞU olarak da sözedilir.


Çoğu efsanede, ateş rengi tüyleri olan, çok uzun ömürlüdür dev bir kuştur. Ölme zamanı geldiğinde bir kor ateş halini alarak kendini yakmakta ve küllerinden yeniden doğmaktadır. O kadar uzun ömürlüdür ki, Dünya var olduğundan beri üç kez yanmış ve insanlığın tüm çağlarını yaşamış, herşeyi görmüş bilge bir kuştur. Bazı efsanelerde yuvasının „Bilgi Ağacı“nda olduğu ve evrenin tüm bilgisine sahip olduğu anlatılır. Tuğrul ve Kerkes kuşlarının diğerlerinden farkı hergün yeniden doğmalarıdır.

Simurg ya da Sireng İran masallarının önemli figürlerindendir. Bir kaç yıl öncesine kadar Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde Simurg Kitabevi vardı. Raflarında, kitapların arasında, sandalyelerde oturan mırıl mırıl kedileri ve her gittiğinizde biriyle mutlaka karşılaşacağınız yazar çizerleriyle ünlüydü. İstanbul’a her gittiğimde kucak dolusu kitap alırdım oradan. İndirim de yaparlardı. Kapanmış. Yerine bir elektronik eşya dükkanı açılmış galiba. Ya da bir bar var, bilmiyorum. 

Anılarıma gömüldüm ya, çok hüzünlü bir hikayesi olan Huma Kuşu türküsünü duydum sanki. Bu uzun havayı ilk kez dinlediğimde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’de öğrenciydim. 68’li yıllar. O zamanlar biz okulun önündeki rıhtımdan denize de girerdik. Bir akşamüstü, güneş henüz çekilmiş, Boğaz’ın suları yavaş yavaş nar kırmızısından çok kaynamış çaya doğru renklenirken; martı kanatlarının çizdiği desenlere; ıslak saçlarımızı okşayan ılık, yosun kokulu bir esintiye dalıp gittiğimiz bir anda arkadaşlarımızdan biri yanık sesiyle bu sevda türküsünü söylemeye başladı.

„Huma kuşu yükseklerde seslenir
Ak yar göğsümde, bir çift suna beslenir
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır
Ben ağlayım ki, belki deli gönül uslanır…“

Savaşa giden ve geri dönmeyen yavuklusunu bekleyen bir gelinin ağıtıdır bu türkü. Huma Kuşu, bu defa sevdayı taşımaktadır türkülerimizde.

Batı kültürlerinde adı, Yunan mitolojisinde kullanıldığı gibi Phoenix, Türkçe okunuşuyla Feniks kuşudur. Onun da özelliği, küllerinden yeniden doğmasıdır. İnsan dilinde konuşur. Ölümsüzdür. Yeniden doğuşun, ölümsüzlüğün simgesi olarak kullanılır. Çok güzeldir, pırıl pırıl tüyleri vardır. Bazı mitolojik öykülerde insan başlı, kuş bedenli olarak betimlenmiştir. Mistik kültürlerde Anka, uyanma, kurtuluş, yeniden doğuş olarak sembolize edilir.
Eğer son yıllarda çocukların çok sevdiği, ki ben de keyifle izliyorum, Harry Potter’i biliyorsanız, Sihirbaz Dumblodore’nin sihirli kulesinde bir şömine içinde yaşayan Fawkes isimli, küllerinden yeniden doğan kuşunu anımsayacaksınız. Öykünün en can alıcı yerlerinde, iyiliğin yanında, kötüye karşı beliriverir hemen.

Bazı kültürlerde Anka Kuşu, çocuk eti yiyen bir kuş olarak yer alır. Bu kuşun adı, „yok edici Anka“dır. Yahudi mitolojisinde Anka Kuşu, çocukları kaçırıp boğduğu için, Musa Peygamber‘in bir kötü duası ile yok olmuş ve bir daha da hiç ortaya çıkmamıştır.

Firdevsi’nin, minyatürlerle bezeli eseri Şahname‘yle Simurg, yazılı kültür tarihine de geçmiştir. Pers Kralı Sam, oğlu Zal’ın bir albino olarak doğduğunu görünce, çocuğun şeytan tohumu olduğuna inanır ve onu bir dağa götürerek terkeder. Zal‘ın ağlamasını duyan Simurg, çocuğu alır, karnını doyurur, Kaf Dağı’na götürür ve orada büyütür. Zal, sonsuz bilgiye sahip olan Simurg'dan sırlarla dolu bir dünyayı da öğrendiği bir eğitim alarak büyür ve bir gün dağdan inerek insanların dünyasına gitmek istediğini söyler. Simurg, darda kaldığında yakması için Zal’a altın bir tüyünü verip, büyük bir üzüntü içinde çocuğu yollar. Zal, insanlar arasında yaşamaya başlar, aşık olur, evlenir. Ancak hamile kalan karısı hastadır ve doğum sırasında ölecektir. Zal, çaresiz kalır ve tüyü yakar. Simurg hemen ortaya çıkarak anneyi ve sonradan ünlü bir Pers kahramanı olacak çocuğunu, Rüstem’i kurtarır.

                                                                       ...
Ateş Kuşu konserini dinlerken mitolojik hikayeler dolaştı durdu kafamın içinde. Stravinski’nin unutulmaz eseri „Ateş Kuşu“ (Firebird) balesini de hatırladım. Kırmızı tütüsünün içinde bir tüy gibi uçan, Ateş Kuşu’nu canlandıran o güzel balerini hiç unutamadım. Yıllarca önce izlemiştim bu baleyi. Bir Rus masalından esinlenerek yaratılmış. Kötü büyücü Kaschei tarafından kaçırılarak hapsedilmiş on üç güzel prensesin kurtarılma öyküsünde de yine Ateş Kuşu var. Prensesleri kurtarmak için, yapılan girişimle sonuçsuz kalır. Büyücünün ruhunu sakladığı yumurtayı ele geçirmeye çalışan bütün gençler, büyücü tarafından taşa çevrilir. Masalın kahramanı Prens İvan, büyücünün sarayını ararken, meyvası altın elmalar olan bir ağacın etrafında danseden Ateş Kuşu‘na rastlar ve yakalar. Kuşun yalvarmalarına dayanamayarak onu serbest bırakır. Kuş da ona hatıra olarak sihirli tüylerinden birini verir. O sırada ormana, altın elma toplamaya gelen kızlardan birine aşık olan Prens onları takip ederek Kaschei’nin kötülüklerle dolu sarayına gelir. Ancak büyücünün canavarları tarafından yakalanır. Taşa çevrilmek üzere Kaschei’nin huzuruna çıkarılan Prens, elindeki tüyü sallayınca aniden Ateş Kuşu beliriverir. Canavarlar panik içinde kaçışırken Ateş Kuşu, Prense yumurtanın yerini gösterir. Yumurtayı kıran Prens, hem Kaschei’yi hem sarayını ortadan kaldırarak kızları kurtarır. Büyünün etkisi ortadan kalkınca taşa çevrilmiş diğer gençler de teker teker canlanarak sevgililerine kavuşurlar. Onlar, Ateş Kuşu sayesinde ermiş muradına biz çıkalım kerevedine.

Ateş Kuşu bir masal kahramanı hiç şüphesiz, bir efsaneler yumağı.

Ama, eğer bir orman yangınında kanatları tutuşarak can havliyle bir ateş topu gibi fırlayıp kendini henüz yanmamış ağaçlara vuran kuşları görmemişseniz romantik bile. Bundan yaklaşık on beş sene önce bir orman yangınının içinde kaldı aracımız. Sol yanımız yanıyor, sağ yanımız henüz tam tutuşmamış, yeşil ağaçlar var. Jandarma ileriye geçmemize izin vermedi. Arabamızdaki suyla üstümüzdeki giysileri ıslattık, ağzımızı burnumuzu ıslak havlularla kapattık. Nefes alamıyoruz, cehennem gibi ortalık. Bir çam ormanının ortasındayız. Cayır cayır yanan ağaçlardan kozalaklar kurşun gibi fırlıyor, metrelerce uçuyor, yolun diğer tarafındaki ağaçları tutuşturuyor. Yanan ormandan canhıraş çığlıklar duyuluyor. Tüyleri tutuşmuş ceylanlar, tilkiler, tavşanlar bize doğru koşuyorlar. Kimisini yakalayıp elimizdeki ıslak havlularla söndürebiliyoruz. Ama kuşlar. Ateş Kuşları… Onlar tepemizden sürülerle çığlık çığlığa karşı tarafa uçuyor, yanmamış ağaçları da ateşe veriyor, kimi daha ormana varamadan düşüyor önümüze. Önce kanatları, sonra tüm bedeni, bir iki çırpınışla sönüyor hayatları. Geçen sene tekrar geçtim bu yoldan. Ağaçların boyu neredeyse üç metreye ulaşmış. Bırakırsanız, küllerinden yeniden doğuyor orman. Tabii eğer rant için müteahhitlere verilip beton bloklar dikilmemişse…

Bir ara Ateş Kuşu‘nun İngilizcesi “firebird” bende olumsuz bir çağrışım yaptı. Belki de yanlış anımsıyorum diye eve gelince kontrol ettim hemen. Google sağolsun. Beni rahatsız eden şeyi de buldum böylece. Firebird, aynı zamanda bir Amerikan casus uçağının da adıymış. İnsanlı ve insansız uçabilen, silah taşıyabilen, ses ve görüntü alan, telefon dinleyebilen hassas cihazlara sahip bir uçak. Belki de burnumuzun dibinde uçup duruyordur. Kuşatılmış kentlerin, sarp kayalıkların, Suriye topraklarının, denizlerin, göllerin, nehirlerin üzerinde. Suriye’de, Irak’ta, Güney Doğu’da… Nasıl da uygun bir isim bulmuşlar bu araca. „Yok eden Anka“yı, hemen ardından da bu yok edilen yakılan yıkılan, külleri havaya savrulan kentlerin, uygarlıkların bir gün tıpkı Ateş Kuşu gibi küllerinden yeniden doğacağını düşündüm.
O akşam Ateş Kuşu’nu bu duygularla izledim. İçimi yıkadı müzik. Casus uçağı olarak, ya da orman yangınlarının kurbanı kuşlar olarak değil de, Doğu kültürlerinde kurtuluşun, yeniden dirilişin, küllerinden yeniden doğuşun kısacası umudun sembolü olan anlamıyla düşünmek istiyorum Ateş Kuşu‘nu.

Şimdi uyuyacağım. Kimbilir belki bu akşam yıldızlara kanat çırpan bir Zümrüdüanka Kuşu konar pencereme ve üç tüyünü bırakarak bana dilek tutma şansı verir.

Ne dilek mi tutarım? Üç dileğin biri kendim ve sevdiklerim için olurdu mutlaka. İkinci dileğim savaşların, gerginliklerin son bulması, güzelim ülkemizin huzura ve barışa kavuşması için olurdu şüphesiz. Son dileğimi siz tahmin edin artık. Söylersem büyüsü bozulacak. 

 

Yorumlar

  1. O gün 3 dilek tutmuştum. Hiçbiri olmadı. Acaba biraz daha mı beklesem, ne dersin? :-)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

13.7.1923 BUGÜN ANNEMİN DOĞUM GÜNÜ

YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN (Zehra İpşiroğlu)

KAYAKÖY ŞİİRİ (Gülsüm Cengiz, Esintiler)