DUYGU ALGILARININ EĞİTİMİ (Nazan İpşiroğlu, Karşılaşmalar)
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
DUYU ALGILARININ EĞİTİMİ
Teknoloji çağında yaşıyoruz. Bilgisayarın her türü yaşamımızın her alanına giriyor, bizi yönetiyor ve yönlendiriyor. Bilgisayar sanat yaratıcılığında bile etkin. Bu hızlı gelişme karşısında toplumumuzda da bilgisayar önemli bir yer almaya başladı. Ekonomik koşullar elverdiğince okullara giriyor. Bu gelişmeye ayak uydurarak eğitim sistemimizde bilime ağırlık verilerek sanat dersleri geri plana itildi. Ya büsbütün kaldırıldı ya da seçmeli ders oldu.
Kimilerine göre sanat artık can çekişiyor. Geleneksel estetik değerler değişti. Göze hoş gelen şeylerin, ya da “ruhu okşayan” melodilerin yerini, insanı sarsan, irkilten yapıtlar, yadırgatan, kulak tırmalayan tınılar aldı. Öyleyse eğitimde sanatın gereği var mı? Boş zamanları değerlendirmenin ve kültürel mirasımızı korumanın ötesinde sanatın ne gibi bir işlevi olabilir?
Çağımızda estetik değerlerin değiştiği bir gerçek. Ama buna koşut gelişen bir başka gerçek daha var: 20. yüzyılın başından ben sanat yeni bir işlev üstlenmiş durumda: toplumsal gerçeklerle hesaplaşma. Sanatçı artık çoktan ben fildişi kuleden çıkmış, toplumsal olguların içinde yaşıyor ve kendini bunlardan sorumlu duyuyor. Sadece kendi ülkesinde olanlara değil, tüm dünyada olup bitenlere karşı dünya vatandaşı olarak sorumluluk duyuyor. Bu bakımdan ilerleyen teknoloji, onu oluşturan bilim ve yaratan düşünce sanata kapalı olmadığı gibi, düşün ve bilim de sanata kapalı değildir. Endüstri toplumlarının ilerlemeleri düşün bilim ve en geniş kapsamıyla sanatın (plastik sanatlar, müzik, yazının her türü, tiyatro, fotoğraf, filim) etkileşimiyle gerçekleşebilmiştir. “Bireysel yeteneğin her boyutuyla gelişmesine olanak veren köklü ve tutarlı bir sanat eğitimi ancak topluma yaratıcılık yolunu açabilir.” Burada “topluma yaratıcılık yolu” derken doğaldır ki sadece sanatsal yaratma kastedilmiyor. Düşünüyle, bilimiyle, teknolojisiyle ve sanatıyla kendini yenileyerek gelişen bir kültür kastediliyor. Bu bakımdan sanat eğitimi öğretimin her aşamasında, daha okul öncesinden başlayarak eğitime girmelidir. Sanat çağdaş eğitimin temel taşlarından biridir. Eğitimde sanatın yeri hiç bir şeyle doldurulamaz. Eğitimde bu temel taşın eksikliği, kişilik gelişmesinde boşluklar bırakacak, bu nedenle yeni yetişen kuşaklarda büyük eksikliklere yol açarak toplumda onarılmaz olumsuz gelişmeler oluşturacaktır.
Atatürk’ün şu sözünü hiç unutmamalıyız : “Bir milleti yaşatmak için bir takım temeller lâzımdır ve bilirsiniz ki bu temellerden en mühimlerinden biri sanattır”
Sanatın eğitim bütünlüğü içindeki önemini üç noktada toplayabiliriz.
1- Düşünmeyi öğrenme
2- Kişilik gelişmesi
3- Kişiye yaratıcılık yollarının açılması
Ancak bunun yapay bir ayırım olduğunu hemen söylemeliyiz. Çünkü bunlar değişik sanat dallarını konu alan yazılarımızda da görüleceği gibi, aynı zincirin halkaları olarak iç içe girer ve birbirlerini tamamlarlar.
Amacımız, bu kitapta sanatın çağdaş eğitimde neden gerekli olduğunu temellendirerek açıklamak ve öğretmenlere nasıl bir yöntemle ve ne gibi uygulamalarla ve öğrencinin bu alanda gelişmesine katkıda bulunabileceğine ilişkin ip uçları vermek.
Eğitim sistemimiz hazır bilgiye ve ezbere dayanıyor. Düşünce üretmeyi, özgür düşünebilmeyi çocuklarımıza öğretmede güçlük çekiyoruz. Bunun nedenini duyu algılarının geri plana itilmiş olmasında aramak sanırım yanlış olmaz. Düşünme ve algılama, akıl ve duyular karşılıklı bir alış-veriş içinde, belleğin işlevi de bu bütünün içinde yerini bulursa özgür düşünmeyi öğrenme o denli güç olmaz.
Ne var ki, böyle bir eğitim için önce duyuların eğitimi gereklidir. Duyuları eğitilmemiş olan, çevresinde olup-bitene karşı duyarsız kalır. Bakar görmez, işitir duymaz. Günlük yaşamımızda bunun sayısız örnekleriyle karşılaşıyoruz. Burada bir kaç örnek vermekle yetineceğiz: çirkin yapılarla hızla betonlaşan kentlerimiz göz duyarlığımızın nasıl gelişmemiş olduğunun bir kanıtı. Açıktan akan lağım sularında oynayan çocukların, çöplerini kapı önlerine yığan büyüklenin hem göze hem de kokuya karşı duyarsızlıkları bir başka örnek. Dükkanlardan minibüslere değin halka açık her yerde bas bas bağırtan arabesk ya da pop müziği, mikrofonlu seyyar satıcılar; ama kulak duyarlılığıyla ilgili en çarpıcı örnek sanırım ezanın bugünkü okunuş biçimi.
Ezan duaya çağrıdır. Minare, müezzinin sesinin her yenden duyulabilmesi için yüksek bir yerden dört bir yöne dönerek halkı duaya çağırması için düşünülmüştür. Bugün hoparlörlerle doğru dürüst ses düzeninden yoksun ve eğitilmemiş bir sesle en yüksek perdeden okunan ezan, özellikle büyük kentlerde çevredeki tüm camilerden birden gelen seslerle birbirine karışarak kişiye Allah’ın varlığını düşündürüp onu duaya çağırmadan çok tehdit eden bir nitelik kazanmıştır. Ne yazık ki toplumumuz buna bile duyarsız kalmaktadır. Duyu organlarının eğitilmemiş ya da çeşitli nedenlerle dumura uğramış olması toplumumuzun yaşamsal sorunları göz ardı etmesine, bunlar üzerinde düşünüp çözüm aramamasına ya da çözüm düşünülüyorsa bunların soyut düzeyde kağıt üzerinde kalmasına yol açmaktadır. Öyleyse sanat eğitimine her şeyden önce duyuların eğitimi gözüyle bakabiliriz.
Duyular arasında öncelikle bize olanca genişliğiyle dünyayı tanıtan göz gelir. Bu bakımdan sanat eğitimine geniş anlamda bir görme eğitimi, “görme”yi öğreten bir eğitim demek yanlış olmaz. “Görme” burada geniş bir anlam kazanmakta, düşünmeyle bütünleşmektedir. Göz duyarlığı gelişmiş, görmeyi öğrenmiş, düşünmeyle bütünleştirmiş olan, müzik dinlerken, şiir okurken de o sanat yapıtının iletisini “görerek” onu daha kolay anlayacaktır.
“Görsel düşünme” deyimi son yıllarda dilimize girdi. Görme ve düşünme edimlerinin bileşiminden oluşan bu deyim kimilerine hâlâ yabancı geliyor. Gözle düşünme, bir duyu organıyla akıl arasında bağıntı kurmada güçlük çekiliyor. Düşünme etkinliğinden sadece akil düzeyinde gerçekleşen soyut- kavramsal düşünme anlaşılıyor. Bunu doğal karşılamalıyız. Çünkü tek yönlü soyut düşünme bizim geleneğimiz gereği. Bilimsel düşünme de soyutlayan bir düşünme biçimi olduğuna göre görsel düşünmenin anlamı ve yaran üzeninde durulmuyor.
Görsel düşünme duyu algılarından kopmayan, gözle bağıntısı kesilmeyen bir düşünme biçimidir. Başka deyişle, düşünmenin daha algılama sürecinde başlamasıdır. Bu nedenle somut gerçekten uzaklaşmaz.
Sanatın görme, duyma, duyumsama, düşünme, sezme yetilerinin bütünlüğünden süzülen bir ileti olduğunu göz önünde tutarak sanata bir “görme biçimi” olarak yaklaşır, sanat eğitimini her şeyden önce “görme” eğitimi olarak düşünürsek o zaman sanat eğitimi doğal olarak eğitim bütünlüğü içinde yerini bulacak, eğitimin vazgeçilmez bir parçası olacaktır. Ne var ki bu yaklaşım sanat dersleriyle sınırlı kalırsa beklenen sonuca ulaşmak kolay olmaz. Bu sanat anlayışı daha okul öncesinden başlayarak eğitim sistemine sindirilmelidir. Her derste çocuğun görme yetisinden yararlanılmalıdır. Ancak o zaman görsel düşünmenin kolay öğrenilmesine olanak sağlanmış olur.
Nesneye bağlı olsun olmasın duyu algısının her türlüsü görsel biçime, imgeye aktarılabilir. Çocuklarda bunu elde etmek hiç de güç bir şey değildin. Çocuk somut düşünür, düşle gerçeği birbirinden güç ayırır. Ama gördüğünün düşündüğünün resmini yaparsa bunu bir kaç çizgiyle dile getirir. Gördüğü somut biçimleri soyutlar. Doğaldır ki bu soyutlama yetişkinlerde olduğu gibi akıl süzgecinden geçen bir soyutlama değildir. Buna gözle düşünme dernek yanlış olmaz. Bu görsel düşünme yolunda atılan ilk adımdır. Çocuğun bu yetisinden her derste yararlanılabilir. Örneğin Türkçe dersinde, “şiirleri sevmeyi öğretme” adlı yazısında Profesör Jale Baysal, şiir, “gözümüzün önünde olduğu halde değerlendiremediğimiz yaşantılara da anlam ve derinlik kazandırır, kısacası dünyamızı anlamlandırır,” diyor. Buna şiir bize görmeyi öğretir de diyebiliriz. Türkçe öğretmeniyle resim öğretmeninin işbirliğiyle yapılacak bir çalışmada, öğrencilerin sevdikleri bir şiiri resme yansıtmaları ve bunun sınıfça tartışılmasını öneriyor Jale Baysal. Böyle bir çalışma çocuğu şiire daha yaklaştırmak, onda şiir sevgisini uyandırmakla kalmayacak, hiç kuşkusuz görsel düşünmeyi öğrenmesine de büyük katkısı olacaktır. Şiir sözcüklerle imgeler çizer. Böyle bir çalışmada imgeler doğrudan çocuğun gözünde canlanacak, sözcükler somutlaşarak görünür hale gelecektir. Öğrenciler değişik şiirleri ele alabilecekleri gibi, aynı şiir üzerinde de durabilirler. Böylelikle aynı konuya nasıl değişik gözle bakılabileceği, ayni sözcüklerin nasıl değişik imgelere dönüşebileceği de sergilenmiş olur.
Göz eğitiminin yanı sıra kulak eğitiminin de okul öncesinden başlayarak önemle üzerinde durulması gerekir. Kulak eğitimi demek, her şeyden önce dinlemeyi öğrenmek demektir. Bu da kişilik gelişmesinde en az görme kadar- belki de daha ağırlıklıdır. Böyle bir eğitim yalnızca çoksesli müzik eğitimiyle verilebilir.
Neden bize Batı'dan giren bir müzik türü de bizim geleneksel müziğimiz değil? Bu müzik batı kültürünün dayandığı bir temel düşüncenin ürünüdür. Batı kültüründe bireyciliğin gelişmesine koşut gelişmiştir. Çok sesli Rönesans müziğinde sesler eşit "birey"ler olarak bir armoni ağı içinde yer alırlar. 17. yüzyıldan sonra tekses, ezgi (buna birey de diyebiliriz) onu taşıyan bir armoni yapısı içinde bireysel ifade olarak ortaya çıkar. Tekses özneldir, yoğun bir ifade gücüne sahiptir, ama kendisinin de bir parçası olduğu bir bütünün, armoni örgüsünün içindedir. Bu sosyo-kültürel gelişmenin müziğe yansımasıdır. Birey, toplum içinde birey olma hakkını koruyarak topluma karşı sorumluluk taşır. Ayrıca şunu eklemekte yarar var: bu müzik bir konuşma, bir diyalog olarak başlamıştır. O dönemin müziği dinlendiğinde çalgılar arasında konuşma biçimindeki karşılıklı ilişki hemen fark edilir. Böyle bir ortamda yetişen dinlemeyi doğal olarak öğrenir. Bu duyarlığı günlük yasama aktarabilme bir genel eğitim sorunudur. Bizim ataerkil, teksesli toplum yapımızda müziğimiz teksesli kalmıştır. (Son yıllarda sık sık karşılaştığımız geleneksel müziği çok seslendirme çabaları Batı Rönesans müziğine benzer sonuçlardan öteye geçmemiştir). Kütür tarihi açısından geleneksel Türk müziğinin özenle korunması gerekir. Bu bir geleneği olduğu gibi sürdürebilmek için değil, eski gelenekten yararlanarak yeni gelenekler oluşturabilmek için çok önemlidir. Ama bu, yetişkinler için, üniversitelerde gerçekleştirilecek bir araştırma konusudur. Özgür düşünmeyi ve kendi düşüncelerinden farklı düşünceleri dinlemeyi öğretmeyi amaçlayan çağdaş eğitim sisteminde teksesli müzik çocuğa yarar değil zarar verir, çünkü bu müzikte kendi sesiyle birlikte başka sesleri dinleme olanağı yoktur. Geleneksel şarkılarımızda tekses, yoğun bir ifade gücüyle bireysel duyguları dile getirir. Kendini dinletir, ağlar ağlatır. Otorite bağımlı eğitim sistemimizde çocuk zaten teksese, büyüğün sözüne kulak vermeyi öğrenmiştir. Onu da bıkkınlık içinde ya dinler ya dinlemez. Fırsat bulur bulmaz da kendini dinletmeye başlar.
Çokseslilik deyimi tıpkı görsel düşürme gibi dilimize yeni girdi. Önceleri sadece müzik için kullanırken, batı dillerinde müzik dışında da kullanılmaya başlayınca birden moda oluverdi. Özellikle politikada, demokrasi bağlamında kullanılıyor, ama bu kavramın gerçek anlamı üzerinde düşünülmüyor. Her kafadan bir ses çıkması demokrasi gereği çokseslilik sanılıyor, kimse kimseyi dinlemiyor, herkes bildiğini okuyor. Küçük yaşta başlayan iyi planlanmış bir müzik eğitiminin, müziğin sınırları içinde kalan bir kulak eğitimi olmayıp, dinlemeyi öğrenme, kendi saygınlığını koruyarak karşısındakine saygı gösterme gibi kişilik sorunlarına büyük katkısı olacağına inanıyoruz.
Bütün bu söylenenler tiyatro için de geçerlidir. "Tiyatronun gücü" yazısında Zehra İpşiroğlu, tiyatronun, yapıcılığın ve yaratıcılığın gelişmesinde nasıl etkili olabileceğini tüm ayrıntılarıyla açıklıyor. Tiyatronun bir bütüncül sanat, bütün sanatları çatısı altında toplayan bir sanat olduğu unutulmamalı. Bu bakımdan öğretmenler arasında işbirliğini sağlayacak, onları bir ortak çalışmaya götürecek, düşünce alışverişine olanak verecektir. Böylece dersler arasındaki kopukluk da önlenebilir. Ne var ki bu, yıl sonu düzenlenen müsamerelerde oynanan oyunlarla elde edilemez. Sanat eğitimi, yeni bir anlayışla, duyu algılarının eğitimi olarak elverdiğince her derse sindirilirse ancak gerçekleşebilir. Öte yandan eğitimcinin böyle bir yaklaşımı çocuğa sıkıcı gelen zorlandığı derslerde de öğrenmeyi kolaylaştıracaktır.
Tek tek yazılarda görüleceği gibi, yazarlarımız kendi alanlarında yaratıcı çalışmalara öneriler getirirken, başka sanat dallarını da kendi çalışmalarına katmaktadırlar. Örneğin Sakine Eruz'un yazısında "Resim, Tiyatro vb. öğelerden yola çıkarak Metin oluşturma" bölümünde olduğu gibi. Ancak burada bir noktaya dikkati çekmekte yarar var. İster resim olsun, ister müzik bu tür bir çalışmada bu sanatlar araç olarak kullanılmaktadırlar. Öğretmen bunun bilincinde olmalı, çocuğun yaklaşımının da bilinçli olmasını sağlamalıdır. Başka deyişle amaç ve araç birbirine karıştırılmamalıdır. Aksi halde yararından çok zararı dokunabilir. Çocuk bir sanat yapıtını uyandırdığı duygularla, çağrışımlarla değerlendirebileceğini sanır, bunu alışkanlık haline getirir ve bundan kolay kurtulamaz. Dinlediği her müzikte gördüğü her resimde kendini dinlemeye başlar ve o yapıta nesnel yaklaşamaz. Oysa bir sanat yapıtını anlama söz konusu olduğunda öznel duygular, çağrışımlar geri plana itilmeli, doğrudan o yapıtın üzerinde durmalı renk, biçim, yapı, kompozisyon vb. analizlerle onu anlamaya çalışmalıdır.
Şimdiye kadar söylenenler, temel kişilik eğitimi için geçerli olan şeylerdir. Bunlar, çocuğun herhangi bir sanata karşı merakı olsun olmasın, onun duyularının geliştirilmesi, algılama ve düşünme edimlerini birleştirmeyi öğrenmesi bakımından önemlidir. Böyle bir eğitim alan çocuk, yapıcı olmayı kendiliğinden öğrenip geliştirecek ve yaratıcılık gizil gücünün ortaya çıkmasına, gelişmesine olanak bulacaktır.
Çağdaş Eğitimde Sanat. İstanbul: Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yay. 1994. 13-20.
Çağdaş Eğitimde Sanat kitabımızla ilgili olarak annemin yazısı
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder