SAYGINLIĞIMIZI YİTİRMEDEN YAŞAMAYI NASIL BAŞARACAĞIZ? (Osman İpşiroğlu)
Osman İpşiroğlu
Yaşadığımız
ortam iki yüz yıl öncesi gibi değil. Bilim, sanat, felsefe üçgeni toplumsal ve
çevresel hızlı bir değişim yaşanmakta.Bu değişimde insanın büyük ölçüde olumlu
olumsuz katkıları var. İktidar ve paran hırsı başta geliyor. Olanca şiddetiyle
süren savaşlar, soykırımlar, işkenceler...açlık, sefalet hep buna dayanmıyor
mu? Olumsuzu olumluya dönüştürmek
elimizde değil mi? İnsan değişebileceğine göre?
Nazan İpşiroğlu
Bugün 1 Ocak 2017 sabahı,
İstanbul’da gene terör saldırısı sonucu (en az) 35 kişi hayatını kaybetmiş, sayısız
yaralı var… Terör saldırıları dolu bir sene geçirdik ve senin bütün düşündüklerin,
korkuların gerçekleşiyor; inandığımız değerleri,
demokrasiyi ve laikliği, kaybediyoruz!
Ne yapabiliriz, ne
yapabilirsin? Bu soru hepimizin kafasında. Sanırım herkes kendine göre yanıt vermesi
gerekiyor. Seni çok arıyorum konuşabilmek için. Ben, Sylvia, ile birlikte güneye
kaçtım – kafamı toparlamaya, yazılarımı yazmak, projelerimi hazırlamak için. Hayatta
olsan çok sevinirdin diye düşünüyorum. Tempoyu biraz yavaşlatıp, hastahane ve üniversiteden
uzaklaşıp, kafamı toparlamaya çalıştığım için.
İki nokta var, seninle konuşmak istediğim:
Nasıl başaracağız korkularımızın gerçekleştiği bir
ortamda saygınlığımızı yitirmeden yaşayabilmeyi? Çocukluğumdan beri saygınlık kavramı ile büyüdüm.
Sizler, sen ve babam, saygın insanlardınız, aile keza.
Görev icabı arabamızın gümrükçü
tarafından aranması, küçük yaşta bana çok mantıklı gelmiş, sizleri de gümrükçüye
hak vermem biraz şaşırtmıştı – ‘gümrükçü haklıdır, görevini yapıyor’ diye beni
tefe almıştınız. Gümrükçüye, polise, ambulansı kullanan şoföre, çocukların hoşuna
giden üniformaların dışında, tüm çalışanlara ve emekçilere, topluma hizmet
verenlere, çöpçülere, dolmuş şoförlerine, manava, bakkala saygı gösterilmesi gerektiğini sizlerden öğrendim ve içselleştirdim.
Beşbuçuk yaşında
iken, Zehra’dan öğrenip ‘çingene, çingene’ diye bağırmış olmamın sorun olması, saygı ve saygınlık kavramları ile eğitilmiş olduğumu bana anımsatıyor. Dokuz
yaşında ilkokulda, hocaya dayak atmasının doğru olmadığını söyleyebilecek gücü
bulmam bundan ötürü. Ama doğru olmayan, eğer bir sistem ise, buna nasıl karşı gelinebilir?
Bu soru ilkokuldan öteye düşündüren ve bizi zorlayan çok sorunsal bir soru olarak
hala karşımıza çıkıyor. Lisede, üniversitede öğrenci, sonra da hoca olarak
verdiğim savaşımlar, yaşadıklarım, bu hesaplaşmaların sonucu.
Küçük yaştan öteye senin
ve babamın yaşamış olduğunuz gerçekler ile birlikte, bu gerçeklerin içinde büyüdüm.
Çocuk olmama rağmen Nazilerin Yahudilere yaptıklarını, bizlerin Ermenilere yapmış
olduklarımızı, açıklayabildiniz. 5 Eylul’de azınlıkların dükkanlarının
yağmalanmasını da…
Ve saldırıya uğrayanların
nasıl saygınlıklarını yitirmeden yaşamlarını sürdüreceklerini, nasıl yanıt
verebileceklerini – bunlar o zaman olduğu kadar şimdide kafamdan çıkmıyor.
Almanya’da olacaklar, o
zaman üniversitede doktorasını yapan babamın söylediklerine, göre belliymiş,
akıllı olan kaçmış, ya batıya, bazıları da bize. Gerektiğinde, bırakıp
gidebilme... Gelecekleri görebiliyorsan, evet, tamam!
Ama Ermenilere yapılanlar
ve 50 sene sonra, ‘halk hareketi’ olarak azınlıkların yağmalanması ve eski
korkuların uyandırılması? Görünürlük kazanabiliyor muydu? Biz bugün ne
görebiliyoruz ve nasıl bir tutum alabiliyoruz? Hrant Dink öldürüldüğünde bir
şeyleri görebildik belki, ama sonra ne
oldu?
Görebilme...
Babamın üniversiteden
atılması, bizim Almanya’ya gerçek deyimi ile kaçmamız, aftan sonra geri
dönebilmemiz, Akdamar ve daha sonra sansüre tabii olan Anadolu Yollarında
filmlerinden sonraki yıllarda gerçekleşti. Babamın bana Ermeni konusunda olanların,
öldürme, sürgüne gönderme, ve ‘canını okumanın boyutlarını yaşanmaması gereken
olaylar olarak utanarak anlattığını hatırlıyorum. Akdamar Kilisesi filmi ve
kitabı da onun açısından bir kişisel özürdü. Ermenilere ve kültürlerine saygı
göstermenin önemini anlatmıştı. Yakın aile içinde babamın müslüman eseri yok mu üstünde çalışacak diye
eleştirildiğini anımsıyorum...
Aile ve mahalle baskısını aşabilme...Ama Akdamar filmi de, kitabi da
(unutma kitap Almanya’da yazılmıştı, Türkiye de ancak 40 yıl sonra basılabildi!)
bir fenomenoloji ve sansüre tabii olan Anadolu Yollarında filmi de bir
etnografi araştırmasıydı.(Bu topraklarda)
yasamış olan ve yasayan kültürlere rasyonel bir araştırmayla sahip çıkabilme).
Sana okulda Reichskristallnacht olayını okuduğumuzu anlattığımda, yağma olayının
bizde de, hem de çok yakın geçmişimizde yaşanmış olduğunu öğretmiştin. Babamın,
sana olan hayranlığı ve saygısı, 147i olayından sonra, bir akşam davetinde 1960
cuntasını savunan bir elçi konuşmaya başlayınca, senin ayağa kalkıp, babamın
elini tutarak saygınlığınızızedeletmeden o ortamdan ayrılmanı, babamın içtenlikle
ve hayranlıkla anlattığınıanımsıyorum. Kendine bir eş bulduğun zaman, böyle bir
eş olmamalı diye, seni benim hayatıma bir referans yaptığını düşünüyorum.Saygınlığın değerini bilmek ve yüksek değer
olarak görebilmek...
Yaşamın, en yüksek değerlerden biri olduğu bir ortamda, yaşamın değerinin
yok olması, insanların tanımadıkları insanlara nefret duyup yok etmeleri ve bu
uğurda kendilerini de yok etmeleri. Herkes kendi yaşamına anlam vermede özgür – dine
inanan, hayatını dine verebilir. Ama din adına katliam yapmak, senin
değerlerine inanmayanları çoluk çocuk yok etmek, başına kursun sıkmak, yakmak, din
adına yaşanan ortaçağ faşizmi.
Öğrencilik yıllarında babam ile kendisini bir düşünce uğrunda yok etme konusunu
konuştuğumuzu anımsıyorum. O zaman din adına değil, sol devrim adına, başkalarının
hayatlarına kıyıyorlardı ve kendi hayatlarına kıyıyorlardı. Babam bu gelişmeyi anlamakta
zorlandığını söylüyordu, ben ise anlamaya çalışmanın, en iyi pan-zehir olduğunu
söylemişti. Simdi yavaş yavaş babamın bu konuları konuştuğumuz zamanki yaşlarına geliyorum ve hala aynı düşüncedeyim. Din
adına ortaçağ faşizminin tekrar
hortlaması nasıl olabiliyor? Bunu anlamadıkça bu ortaçağ faşizmini
durduramayacağız ve dışına çıkamayacağız...
Anlama da antropoloji sayesinde oluyor: Geri
çekilip, olanlara mesafe ile bakma: Benim (antropolojik) anlayışıma göre, iki
önemli nokta var, birincisi monoteist dinlerin yapısı, ikincisi de yorumlama
veya yorumlanmaları. Monoteist dinler doğru yanlış paradigması üzerine kurulu;
yorum veya yorumlanmaları da toplumun eğitimine göre radikalleşebiliyor, örneğin
halk ortaçağ da eğitimsiz toplumda engizisyonu, insan yakmayı, bir şölen olarak
algılıyor. Eğitimsizlik radikalleşmeye izin verirken, eğitim vermiyor. Hristiyanlarda
da, Yahudilerde de bağnazlar var ve ortaçağ din faşizmini yaşatmaya çalışanlar.
Dinlerin, başarıları veya başarısızlıkları
yaşadıkları toplumlarının eğitimin düzenine göre.Genellikle bati
ülkelerinde başarısız, doğu ülkelerinde başarılı, hatta çok başarılı...
Ancak eğitim soyut bir kavram değil – çok somut: lise veya üniversite okuma
ile de ilgili değil. Saygı ve saygınlık eğitimin temeli! Evde başlıyor, anne,
baba, kardeşler arasında ki iletişim ile ve okulda devam ediyor. Eğer çocuk
kendi temel saygınlığı olduğunu ve buna saygı gösterilmesi gerekliliğini öğretmeninden
görmezse, öğretmeni nasıl saysın? Benim çocukluğumda gittiğim okullarda eğitim
korku ile veriliyordu! O zaman da korkuyu
yaşayan çocuklar ya emir eri olmayı, ya da nefreti öğreniyorlar, sevgi ve
sevebilme yeteneğini değil. Saygı ve saygınlığı ve getirdikleri sevgi ve
sevebilme yeteneğini, hayatın bir temel parçası olarak yaşamazsak, iletişimde, konuşurken,
çalışırken, araba kullanırken, otobüse veya uçağa binerken, alış verişte,
eğitim – üniversite sayısına bağlı olmayan – soyut bir kavram kalıyor...
Bu eğitimi çocuklarımıza verebildik mi?Daha
doğrusu, kendimiz, yaşamımızda saygıyı ve saygınlığı ve sevebilme yeteneğini yaşayabiliyor
muyuz ki çocuklara, bundan sonra ki nesillere, verebilelim? Bana bu zor (ve
zor olmayan) günlerde (de), senin ve babamın sayesinde, hayatı tanımlayan sanat
veriyor. Sanat hem referans, hem de çerçeveyi
hazırlıyor ve düşünmeye çağırıyor. Değişik duyguları ve farklılığı saygıyla
karşılamayı öğretiyor. Büyük duyguların karşısında göz yaşının ayıp olmadığını
öğretiyor. Erkek ağlamaz değimi nefret dolu, aslında bitmişgeleceği olmayan
bir kültürün ürünü.
Toparlıyorum: İnandığımız değerleri, demokrasiyi ve
laikliği, kaybediyoruz! ... Saygı ve saygınlık...
Ne yapabiliriz, ne yapabilirsin?
Gerektiğinde, bırakıp gidebilme...
Görebilme...
İnsanın saygınlığı..
.Aile ve mahalle baskısını aşabilme...
(Bu
topraklarda) yasamış olan ve yasayan kültürler sahip çıkabilme.
Saygınlığın değerini bilmek ve yüksek değer olarak
görebilmek...
Anlamaya çalışma..
Biliyorsun dinlerin, başarıları veya
başarısızlıkları yaşadıkları toplumlarının eğitimin düzenine göre.... korkuyu
yaşayan çocuklar ya emir eri olmayı, ya da nefreti öğreniyorlar, sevgi ve
sevebilme yeteneğini değil. ...Kendimiz, yaşamımızda saygıyı ve saygınlığı ve
sevebilme yeteneğini yaşayabiliyor muyuz ki çocuklara, bundan sonra ki
kuşaklara, verebilelim?
Sanat hem referans, hem de çerçeveyi hazırlıyor ve
düşünmeye çağırıyor. Değişik duyguları ve farklılığı saygıyla karşılamayı
öğretiyor. Büyük duyguların karsısında göz yaşının ayıp olmadığını öğretiyor.
Canım, anne, temel
duyguları yaşayabilmek, hayatın güzelliğini görebilmek, devamlı düşünme ve
hesaplaşma istiyor. Sonuçta – ahlak ve ahlaksızlıkların, hatta katliamların,
din adı altında yapıldığı bir ortamda, ben sonucu dinlerden ayrılmada görüyorum.
Eğer ille bir din gerekiyorsa yasadığımız toprakların temelinde olan Yunan kültürünü
benimsemek en doğrusu... 2000 sene önce, monoteist dinlerin gazabına uğramadan önce
saygı, saygınlık ve sevgiyi en yüksek değer olarak benimsemişler...
Seni çok ama çok
düşünüyorum canımın içi,
Osman
Ne kadar sıcacık bir o kadar da dopdolu bir yazı👏👏
YanıtlaSilİyi ki tanıdım...
YanıtlaSilNazan İpşiroğlu ve Zehra İpşiroğlunu toplumu geliştirmek için uğraştıkları SEDER(sanat eğitimcileri derneği)sonrasında Yunus Nadi Kültür ve Sanat Günlerinde tanımıştım. Nazan İpşiroğlu rol modellerimden birisi olmuştu.
YanıtlaSilOsman İpşiroğlunuda bu yazısıyla tanımış oldum. Hayata daha geniş perspektiften, insanca, aydınca ve cesurca bakan bir ailenin ferdi olarak bu yazısı bir kanıt. Şanslı evlatlarsınız Zehra ve Osman İpşiroğlu. İyiki varsınız İpşiroğulları